IRCRehberi.Net- Türkiyenin En iyi IRC ve Genel Forum Sitesi  
 sohbet
derya sohbet


68Beğeni(ler)


 
 
Seçenekler Stil
Alt 04 Nisan 2020, 10:15   #31
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]














Yozgat Sürmelisi - Yozgat yöresi

Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının, yeşillik, etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır, hayatlarını bu yoldan sağlarlardı.

Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.

O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ayyüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.

Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beş çamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediğ, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri.

SÜRMELİ KIZIN ÖYKÜSÜ

Sürmeli Yozgat'ta yaşanmış Türk Halk Edebiyatının en güzel örneklerinden birisidir. Yozgat Sürmelilerinin ortaya çıkışı 19. yy. sonlarında İkinci Cihan Harbinin sona erdiği dönemdir. Hepsi 96 beyittir.

Sürmeli güzel gözlü sevgiliye bir hitaptır. Eskiden genç kızlar dışarıya çıkarken gözlerine sürme çekerlerdi ve gözleri daha alımlı olurdu. Bol feracelerinin içinde sadece gözleri görünürdü kızların.

Yozgat Sürmelileri yaşanmış öykülerin getirdiği birer sevda, hatta karasevda türküleridir. Bu bir anlık sürmeli gözlere bakış, yüreklerde büyük aşklara kara sevdalara başlanmış olur kor düşen yürekler sessiz sessiz yanar, ateşini genişletir ve ağızlardan sürmelinin sözleri olarak dökülür. Söylenen sözlerde acı vardır, hasret vardır, gurbet vardır. Sürmelileri dinlerken bu kadar duygulanmamızın sebebi bu sürmeli öykülerinde yakaladığımız duyguların kendimizde de bir yeri, bir acısının olmasındandır. Kısaca kendi aşklarımızı, hasretimizi buluruz Yozgat Sürmelilerinde.

Kaynak : Anonim



Sürmeli Türküsünden bir dörtlük şöyledir;

Dersini almış da ediyor ezber

Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler

Bu dert beni iflah etmez del eyler

Benim dert çekmeye dermanım mı var

________________

 
Alt 04 Nisan 2020, 10:17   #32
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]



ZAHİDE

Halk arasında “Zahidem” adıyla ün yapan türkünün şairi Aşık Arap Mustafa, 1901 yılında Çiçekdağı’na bağlı Orta Hacı Ahmetli köyünde dünyaya gelmiştir. Babasını annesini çok küçük yaşlarda yitirdi. İlk önce bir akrabasının himayesinde, daha sonraları da onun bunun yanında büyüdü.

Arap Mustafa’nın babası düğünlerde, toplantılarda “Koca Oyunu” adı verilen oyunda “Arap” rölünü üstlenirdi. Bu nedenle Mustafa’ya da “Arap” lakabı takılmıştır. Kimsesiz kalan Arap Mustafa 10 yaşına gelince Yukarı Hacı Ahmetli köyünden Hacı Bürozadeler’den Mehmet’e çiftçi durdu. Zaman içinde çalışkan, babayiğit, giyimine özen gösteren yakışıklı bir delikanlı olan Arap Mustafa, Ağasının yeni yetişen Zahide’ye gönlünü kaptırdı. Fakir ve kimsesiz olduğundan bu sırrını bir türlü açığa vuramadı.

20’sinde askere giden Mustafa’nın aklı, deliler gibi sevdiği Zahide’de kalmıştı. Köydeki dostlarına mektuplar göndererek Zahide’den haber almaya çalışan Arap Mustafa, Zahide’nin başka biriyle evlendirildiğini ve düğünün’ün de bir hafta sonra olacağını duyunca üzüntüsünü aşağıda içli mısralara dökmüştür. Türküyü Neşet Ertaş plağa okuyup tanıtmıştır. (1)

Zahide Kurbanım n'olacak Halim
Gene bir laf duydum kırıldı belim
Gelenden gidenden haber sorarım
Zahidem bu hafta oluyor gelin

Hezeli de deli gönül hezeli
Çiçekdağı döktü m'ola gazeli
Dolaştım alemi gurbet gezeli
Bulamadım Zahidem'den güzeli

Ay ile doğar da gün ile aşar,
Zahide’mi görenin tebdili şaşar
İyinin kaderi kötüye düşer,
Diken arasında kalmış gül gibi.

Zahide’m kurbanım kurtar bu dardan
Baban anlamadı bizim bu haldan
Kekiline sürmüş kokulu yağdan,
Derdin beni del’ediyor Zahide’m.

Ziyaret’ten çıktım Cender’in özü
Kum gibi kaynıyor Zahide’m gözü
Aslını sorarsan esalet yerden
Hacı Bürolardan Mehmet’in kızı.

Gurbet ellerinde esinim esir
Zahide’m kurbanım hep bende kusur
Eğer baban seni bana verirse
Nemize yetmiyor el kadar hasır.

Çiçekdağı’nda da hiç gitmez duman
Zahide’rn kurbanım hallarım yaman
Yapamadım şu babayın gönlünü
Fakir diye bana vermedi baban.

Anamdan doğalı çok çektim cefa,
Şu yalan dünyada sürmedim sefa,
Adımı namımı soran olursa,
Orta Hacı Ahmetli Arap Mustafa.

________________

 
Alt 04 Nisan 2020, 10:21   #33
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Uzun ve yorucu bir seferden dönen Dumlupınar denizaltısı, Nağra Burnu açıklarında İsveç bandıralı Nabuland Şilebi ile Çarpıştı. Sessiz, soğuk ve bulanıktı gece. Başından aldığı şiddetli darbe ile Dumlupınar birkaç saniye içinde sulara gömüldü. Gemideki 81 kişilik mürettebattan sağ kalan 22 kişi, geminin arka bölümündeki torpido dairesine sığındı. Mahsur kalanların su yüzüne fırlattıkları telefon şamandırasıyla gemi ile irtibat sağlandı. Sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için herkes seferber oldu. Bu arada oksijeni idareli kullanmaları için, gereksiz yere konuşmamaları, şarkı türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri konusunda uyarılar yapıldı. Ancak saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda, umutların tükendiği anda karanlıkta bekleyen 22 kişiye, herşey yine aynı sözcüklerle anlatıldı; konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve hatta sigara bile içebilirler. Şamandıradaki telefon hattının öbür ucundan, tüm Türkiye, denizaltıda tevekkülle ölüme yapılan hüzünlü ama başı dik türküsünü dinledi.

Ah bir ataş ver cigaramı yakayım
Sen salın gel ben boyuna bakayım
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği

Ah vur ataşı gavur sinem ko yansın
Arkadaşlar uykulardan uyansın
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği

________________

 
Alt 04 Nisan 2020, 10:25   #34
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]








Bir Elazığ türküsü, ''Hafomun Evi Kaya Başında''. TRT Sanatçısı Muzaffer Ertürk çok güzel seslendirmiş türküyü.Türkünün hikayesi ise şöyle :

Adı Hafize olan sevgiliye Korukoğullarından Şevki tarafından yazılmış.

O tarihlerde Duyunu Umumiye memuru olan Şavki Efendi sesinin güzelliği ve rind meşreb, güzele güzelliğe aşık, kibar ve müstesna kişilerden biridir. Hadise sırasında evli ve çocuk sahibidir. Buna ragmen Hafize isimli kadına aşık olmuştur, zira Hafize güzelliğiyle meşhurdur. Ailesiden gizli olarak Kayabaşında ev kiralayarak Hafize ile metres hayatı yaşamıştır, Şavkı'nın bu hali kısa sürede ailesi ve annesi tarafındanda ögrenilmiştir. Ortada bir soğukluk varsada hiç kimse bu durumu Şavkı'nın bu uygunsuz halini yüzüne vuramamaktadır.

Aradan aylar geçer, bir Ramazan gecesi herkesin camide oldugu saatte Hafo evinde bogularak öldürülmüş, ev de ateşe verilmiştir. Ev yıkılmış göz gözü görmez dumanlar içinde cansız bulunan Hafo'nun ölüm haberi Şavkı'ya verilir.

Şavkı bu olaydan sonra günlerce ağlar, evine kapanır kimseyle konuşmaz. İşte bu günlerde olayı ve kendi halini anlatan türküyü yapar. Önce kendi okur ve ağlar, zamanlada herkes tarafından sevilir.

Bir çok insanı duygulandıran bu türkü ağızdan ağıza günümüze kadar gelmiştir.

''Hafomun evi kaya başında
Oyalı yazma yandı başında
Şavkı'nın aklı yoktur başında
Dağlar daldadır, gözüm yoldadır vay beni
Yarimin kaşı beni aldatır vay beni''

________________

 
Alt 04 Nisan 2020, 10:29   #35
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]








Henüz Saatli Selimpaşa Camiinin cemaati dağılmamış, bezirgânlar Hamzabey Bedesteninden ayrılmamışlardı. Islahhane Hamamının kurnalarından sular akıyordu hala… İkilüleli Tekkesinde zikirler yapılıyor, Alaca İ...marethanesinden fakirlere sıcak çorba dağıtılıyordu. Çarşıda pazarda küfürbaz Rum balıkçılar, çiçek satan gamsız çingeneler, kırmızı fesli delikanlılar, feraceli kadınlar dolaşıyordu. Rendalı Rüstem Aga’nın kumaş mağazası, kentin merkezindeki Şadırvan Mahallesindeydi. Rumların Hortacıdes dedikleri semtte, Hortacı Süleyman Efendi Camiinin hemen yanında, Zaptiye Binasının arka sokağındaki bu büyük mağazada adeta yok yoktu: Birbirinden güzel basmalar, kadifeler, ipekliler, dokumalar… Rüstem Aga, babacan bir adamdı: Belinden sarkan köstekli gümüş işlemeli saati, başındaki püsküllü fesi, kara pala bıyıkları, buğday teni ile tipik bir Selanikli Türk Esnafıydı. Akşamları iş çıkışı, Asmalı Mahalle Kahvesine uğrar, elmalı nargilesini fokurdatır, köpüklü şekersiz kahvesini yudumlayarak yorgunluğunu atardı. Yakın bildiği dostlarıyla dertleşirken her defasında, “Allah bana mal mülk nasip etti, kocaman bir konak ve büyük bir dükkân verdi; lakin bir erkek evlat vermedi” diye iç geçirirdi. Rüstem Aga’nın dört kızından üçü, uzaklara gelin gitmişti. Hanımı da birkaç yıl önce vefat ettiğinden on altı yaşındaki küçük kızı Fitnat’la birlikte yaşıyordu. Bir yandan kendisinden sonra onca malına mülküne sahip çıkabilecek bir erkek evladının olmayışı, öte yandan dünya gözü ile Fitnat’ı baş göz edebilme arzusu içini kavuruyordu. Fitnat çok güzel bir kızdı. Babasının olanca zenginliğine karşın çok mütevazı bir hayat sürüyordu. Ağırbaşlılığı ve terbiyesi bütün Selanik’in dilindeydi. Kentin tanınmış ailelerinin gönderdiği görücülerin ardı arkası kesilmiyordu. Rüstem Aga, görücülerin kalbini kırmadan “Fitnat’ım daha küçüktür, feraceye gireli ne oldu ki şunun şurasında…” diye cevap veriyordu. Dünyalar tatlısı kızını olur olmaz birilerine vermemek için bulduğu bahanelerdi bunlar. Fitnat’ı öyle bir delikanlıyla evlendirmeliydi ki, hem kızının gönlünü almalı hem de servetini idare edebilecek kabiliyete haiz birisi olmalıydı. Gel zaman git zaman, günlerden bir gün Rüstem Aga’nın dükkânına genç bir müşteri gelir. Delikanlı, alacağı kumaşları titizlikle seçer, kibarlığını bozmadan pazarlığını eder, sonunda da kuşağındaki keseden çıkardığı paralarla borcunu öder. Delikanlının kendinden emin, ne yaptığını bilen ve terbiyeli hali Rüstem Aga’nın hoşuna gitmiştir. Mağazasında ilk kez gördüğü gence nereli olduğunu sorar. İsmi Memet olan delikanlı, Selanik’e bir hayli uzak bir köy olan Mazganlı’dan gelmiştir. Selanik Pazarı’na getirdiği hayvanlarını satmış, kazandığı üç beş kuruşla köyündeki ana babasının birkaç ihtiyacını karşılamaya çalışmaktadır. Genç adama kanı ısınan Rüstem Aga, “sen köyüne gidip büyüklerinden müsaade al, daha sonra gel burada ben sana iş vereyim” der. Memet, Rüstem Aga’nın teklifine hem şaşırmış hem de çok sevinmiştir. Birkaç gün sonra gelip hemen işe koyulur. İlk günler sadece kumaş toplarını indirip tekrar yerine koymakla başladığı işinde kısa zamanda çalışkanlığı, becerisi, dürüstlüğü ve zekâsı ile Rüstem Aga’nın en güvendiği çalışanı haline gelir. Mazganlı Memet, yaşlı adamın sadece mağazada değil, konaktaki işlerine de yardımcı olmaya başlamıştır. Konağa girip çıkarken görüp tanıştığı Fitnat’ın güzelliği delikanlıyı hemen etkilemiştir. Fitnat da babasının delikanlıya olan güveninden etkilenmiş, gönlünü kaptırmıştır. İki genç, önce masum bakışlarla daha sonra da konakta yalnız kaldıkları bir anda sözleriyle birbirlerine olan sevdalarını itiraf edivermiştir. O günden sonra Memet, kara kara Rüstem Aga’ya derdini nasıl söyleyeceğini düşünürken Fitnat da komşu kadından duyduklarına inanıp “dolunaylı gecelerde aynaya okuduğu yasin ile” sevdiğine kavuşmak için dua etmeye başlamıştır. Rüstem Aga da kısa süre içinde iki gencin arasındaki sevdanın farkına varmıştır. Etraftakilerin kendisini tenkit etmelerine kulak asmadan sevgili kızının, yanında çalışan fakir gençle evlenmesine izin verir. Böylece hem kızının konaktan ayrılmamasını sağlayacak hem de malına mülküne sahip çıkabilecek bir iç güveysi damat edinmiş olacaktır. Kısa süre içinde Memet’in ailesi gelip Fitnat’ı ister. Usuller, adetler yerine getirilir ve düğün için hazırlıklar başlar. Bütün bunlar olurken Selanik’te büyük bir kolera salgını başlamıştır. Uluslararası bir liman kenti olan Selanik’e uzaklardan gelen gemilerin taşıdığı bu illet yüzünden, her gün birkaç cenaze kalkmaya başlamıştır. Kentin semalarına çarpan sala sesleri arasında Azrail kol gezmektedir. Düğün günü yaklaştıkça solgunlaşmaya başlar Fitnat. Önce düğün telaşına verirler. “Heyecandandır” derler. En sonunda vücudunu saran ateş ve kusma öyle bir hal alır ki, yaşlı bir Yahudi Hekim eve çağrılır. Teşhis korkunçtur: Selanik’te yüzlerce can alan kolera illeti Fitnatçık’a da bulaşmıştır. Düğüne on beş gün kalmıştır. Kimse Fitnat’a ölümü yakıştıramamaktadır. Hekimler etrafında pervane edilmişlerdir. Mazganlı Memet, müstakbel karısının iyileşmesi için dört dönmektedir. Rüstem Aga, durmadan dua etmektedir. Bir yandan da düğün hazırlıkları sessiz sedasız bitirilmeye çalışılmaktadır. Umulmaktadır ki, Fitnat iyileşecektir. Düğüne üç gün kala gelir Azrail. Bir kuş yavrusu misali babasının kollarında can verir Fitnat. Daha kınası yakılmamış gelin için Hortacı camiinde sala okunurken, Memet gözyaşları içinde kendisine bu acıyı yaşatan Selanik’e beddua eder: “Selanik Selanik ıssız kalasın Taşına toprağına bre dostlar, diken dolasın Sen de benim gibi yarsız kalasın Aman ölüm, zalim ölüm, üç gün are ver Al başımdan bu sevdayı, götür yâre ver Çalın davulları çaydan aşağı Mezarımı kazın belden aşağı Suyunu da dökün boydan aşağı” Tütün gözlü Fitnat’ın kara bahtı ne kadar mesuldür bilemeyiz; lakin Mazganlı Memet’in “ıssız kalasın” diye beddua ettiği Selanik, kısa bir süre sonra Yunanlılar tarafından işgal edildi. Ardından kentte yaşayan Türkler, mübadele ile Selanik’i terk ettiler. Selanik, işte o gün bu gündür “ıssız” ve “yarsız”… Tıpkı türküdeki gibi...

Selanik Türküsü

Çalın davulları çaydan aşağı
Mezarımı kazın belden aşağı
Suyunu da dökün boydan aşağı

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

Selanik Selanik viran olası
Taşını toprağını seller alası
Sen de benim gibi yarsız kalası

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

Selanik içinde selam okunur
Selamın sedası cana dokunur
Gelin olanlara kına yakılır

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

________________

 
Alt 04 Nisan 2020, 10:40   #36
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]







Menemen yöresine ait bir zeybek oyunudur.

Hikayesi,
ege yöresindeki düğünler gelinin ağbisinin zeybek oyunu ile başlatılırmış. zeybeğimiz de kız kardeşinin düğün merasimini efesiyle paylaşmış ve iznini istemiş.
efesi gerekli izni ona vermiş fakat köyüne giden yolun tehlikelerini de hatırlatmış.

zeybeğimiz köyünün yoluna koyulmuş, gizlene saklana ilerlerken köyüne az bir mesafe kala düşmanları tarafından etrafı sarılmış. buğday tarlasının içine girerek gizlenmeye çalışmış fakat kör bir kurşun sol omzuna isabet etmiş. hemen buğdaylarla yarasının üzerini kapatarak kanın akmasını engellemek istemiş.

köyüne varıp düğün alanına girdiğinde hemen zurna ve davul çalmaya başlamış. yaralandığını belli ederek kız kardeşinin en mutlu gününü bozmak ve onu üzmek istemeyen zeybeğimiz hemen çıkmış meydana. tek başına oynayarak dönmeye başlamış düğün alanında. acısı ağırlaştıkça döndüğü çemberin merkezine doğru yalpalamaya, boynuz şeklinde açtığı kolları düzleşmeye başlamış. hemen toparlamaya ve durumu hissettirmemeye çalışarak aynı şekilde döndüğü çembere geri adım almış. bu olay takriben 2 veya 3 defa tekrarlanmış fakat ağır kan kaybı ve acısı neticesinde oynarken yere yığılmış ve düştüğünde sol omusunda ki kanlı buğdaylar yere saçılmış.

yöre halkı, çok sevdiği zeybeği için o gün orada oynadığı oyunu kuşaktan kuşağa aktarmış, yaşatmış.

________________

 
Alt 04 Nisan 2020, 10:44   #37
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]












Güneş, Güneş gibiyken gündüzlerinde, Ay da Ay gibidir yayla gecelerinde, türküler de türkü gibiyken Iğdır Köyü’nün yükseklerinde. 1 Temmuz 1923’te, Kurban Bayramı’nda doğmuş Kurbani Kılıç da köyün türkü yakanlarındandır.

Günümüzde yaylaya gidenler oldukça azalırken, o yıllarda yazın kimse kalmaz köyün taş üstüne taş konmuş hanelerinde. Hane reisleri arada köye dönse de, çoluk çocuk yaylaya gitmek yaşamsal bir zorunluluktur o devirde.

Köylülerinden bir hane reisi hastalanır o yaz. Üç kızı ve karısıyla yaylaya gidemeyecektir, ama yaylaya da gidilmelidir.

“Siz gidin…” der anaya. “Ben burada kalır, kendime bakarım; sizin dönüş yolunuzu gözlerim - ama ben gidemeyeceğim…”

Er kişinin sözü buyruktur. Üç kız, bir ana düşerler yayla yollarına. Akılları bir yaz boyu göremeyecekleri, köyde bir başına yaşayacak kocada - babalarında kala kala, giderler suları buz gibi yaylalara.

İmece usulüdür yaylada hayat. Hab olayında kertli çubuklarla ölçülen sütler birbirine ödünç verilir. Herkes yardım eder üç kız ve anasına.

Derken güz gelmeden, Alem Yeli esmeden, Iğdır Köyü’ne dönüş vakti gelir. Döndüklerinde üç kız, bir anayı büyük acı beklemektedir. Dönmelerine çok az kalana kadar idare etmiş baba son nefesini tüketmiştir.

Yaylasından inmiş köy yolunu tutmuş üç kız, bir ana,

köylerine varıp, acı haberi duyunca, çıkıp dama,

“oooy, oyyy…” diye ağlamaktadırlar yana yana.

Köyün ozan delikanlısı Kurbani Kılıç da sokulmuştur yanlarına; üç kız bir ana ağlarken yana yana, gözyaşları düşerken yanaklarına, çanak tutmaktadır yüz yıllarca gönüllerden akacak bir türkünün ilk damlalarına.

________________

 
Alt 04 Nisan 2020, 10:45   #38
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]



Derbent Deresine Duman Bürüdü
Türküye konu olan olay 12 Şubat 1933 yılında bugünkü Buldan –Derbent barajının dolgusu yapılan “Derbent Deresi denilen yerde meydana gelmiştir.


Türküye konu olan olay 12 Şubat 1933 yılında bugünkü Buldan –Derbent barajının dolgusu yapılan “Derbent Deresi denilen yerde meydana gelmiştir.
Malum 1933 yıllarında Türkiye’de her beldeye araba, tren gibi ulaşım araçları henüz girmemişti.O yıllarda Buldan’ın Derbent köyü, Alaşehir ve Sarıgöl taraflarından gelip, Sarayköy ve Denizli taraflarına geçmekte olan kervancıların uğrak yeriydi. Kervanlar Derbent boğazını görmeden geçemezlerdi.Zaten en kısa ve tek geçit burasıydı.
12,13 Şubat tarihlerinden önce, Denizli’nin Gölemezli köyünden Deveci (Kervanbaşı) Kuru Ali’nin Musa adındaki kişi, Meneviş’in Veli ve Süleyman adlarındaki kişileri de yanına alarak, Sarayköy’den develerine buğday ve arpa yükleyip Sarıgöl’de boşalttıktan, sattıktan sonra tekrar aynı yoldan Sarayköy’e doğru hareket ederler. Mevsim ise kış, karlı,fırtınalı, fırtınalı, tipili bir gün
Kervancılar tam Derbent deresi denilen yere gelmeden, önceleri Buldan ilçesine bağlı, sonra Sarıgöl’e bağlanan Baharlar köylüleri ile karşılaşırlar.Köylüler kervancılara “kar çok yağıyor, Derbent boğazından geçemezsiniz” diyerek döndürmek isterler. Onlarda “hayır gideriz” diyerek yola devam ederler.Derbent boğazına iyice yaklaştıklarında kar, boran, tipi şiddetini artırır.Develerin ayakları tutmaz, kaymaya başlar. Köylülerin aklına gelen devecilerin başına gelir ve develerle birlikte uçuruma yuvarlanırlar. Musa, Süleyman ve Veli önce develerini sonrada kendilerini kurtarmak isterlerken vakit bir hayli geçmiş gece olmuştur.Kar ve tipiden, soğuktan korunacak yer bulup, develerini de kurtaramadan kurtaramadan soğuktan donup ölmüşlerdir.
Olayın ertesi günü oradan geçmekte olan Kula’lı yolcu uzaktan bunların cesetini görür, Derbent köyüne haber verir.Köye 4-5 km uzaklıkta “Derbent Boğazına” gelen köylüler küreklerle karları aça aça cesetleri bulurlar.Devenin birisinin ayağı kırılmış, diğerleri ise sağlamdır.Musa, Süleyman ve Veli’nin etrafında kargalar uçuşmaktadır…
Kervancıların cesetleri önce Derbent köyüne getirilir.Kimlikleri ve Gölemezli köyünden oldukları iyice anlaşılınca, köylerine götürülerek cesetler ailelerine teslim edilir.
Bu acı olay üzerine Denizli-Buldan ilçesine bağlı Derbent köyünden Ayşe ve Fatı adlarındaki kişiler hemen bir ağıt yakarlar.Bu ağıtın sözleri de gün geçtikçe dilden dile, telden tele gezip dolaştıkça halk arasında yaygınlaşır.Herkes tarafından yıllardan beri söylenip durur.

Not: Derbent köyü yakınlarında meydana gelen bu olay sonucunda çıkan bu türkü çok kişiler tarafından, değişik yörelere maledilmek istenmektedir. Örnek verecek olursak Denizli-Çal yörelerinde türkünün çıkışına neden olan olayın “Akdere devrendi” denilen köy yakınlarında meydana geldiği sanılmaktadır.Oysa ki, bu türküyü,Dr. Mehmet Tuğrul “Akdere” köylülerinden derlediğinde, türküye neden olan olayın orada değil, Denizli-Buldan Derbent köyü yakınlarında geçtiğini söylemişlerdir.
“Derbent deresine duman bürüdü” türküsünü 1942-1943 yıllarında Dr. Mehmet Tuğrul Denizli Çal ilçesine bağlı beş ayrı köyden derlemiştir. Bu türküyü esas kaynağı olan Buldan ilçesi Derbent köyü muhtarı Duran Büyükgürsoy’dan 1982 yılında derlenmiştir.Aynı türküyü Süleyman Uğur T.R.T.de sazıyla çalıp söylemiştir.Ancak türkü“Derbent Deresi” şeklinde verildiği için şimdi radyolarda da o şekilde yayınlanmaktadır.
Yöre: Denizli

________________


Konu tugbu tarafından (04 Nisan 2020 Saat 10:49 ) değiştirilmiştir..
 
Alt 04 Nisan 2020, 10:57   #39
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Meram bağları, Meram çayırları tanıktır, böylesi yiğit her anaya kısmet olmaz. İnadına mertti, inadına yiğit, inadına yağızdı.

Konya’nın valisi o yıl Meram’da otururdu hep. Meram o zamanlar da en saygıdeğer yeriydi şehrin, Mevlevi dedeleri Meram’daydı, çelebiler hepten Meram’daydı. Ve Vali paşanın yâveri, genç yâveri Meram’dan çok az inerdi Konya’ya. Bütün oralar bu genç adamı, o da bütün oraları tanırdı, iyi tanırdı.

Yâver, fesini sola doğru devirdi. Güz demiydi. Serindi ama o yanıyordu. Korkmuyordu. Oysa Kocamış bir gece yollara düşmüştü “Dutlu”dan Meram’a doğru, akşam namazından sonra. Korkmuyordu.

“Sırtıma sepken yağıyor.”
“Yanuben yorgun gelirim.”

demiş elin oğlu zamanında. Yâver işte bu hâl idi. Konya severdi bu delikanlıyı; O da Konya’yı. Ama Konya’dan daha çok sevdiği bir şey bir kişi, bir hatun kişi vardı. Meram’a ilk zamanlar sık gelirdi. Aslı Konaya’lı değildi.

Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Düşünün, Allah etmesin dile düşerlerse ötesi yoktu bu işin. Allah etmesin dile düşerlerse, Musalla mezarlığında selviler hüzzam makamından bir şarkıyla başlayıverirlerdi. Allah etmesin, gençti. Konya’nın delikanlısı zaten pek hayır okumuyordu adının üstüne. Allah etmesin. Ama yine de kotkmuyordu işte.

Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Gelirken- giderken bir şeyler olmuştu. Bir şeyler olmuştu çünkü. Loraslarından kalkan ebabil kuşları, kanatlarında “Günaydınlar” getirdilerdi bir gün. Ebabil kuşlarının gözleri kahverengiydi, sol ellerinin üstünde bir “Ben” vardı ebabil kuşlarının.

Bu gece onunla buluşacaktı. İlk buluşmaları değildi bu şüphesiz. Ama Meram’ın o ördekbaşı ve şili çayırları o “incecik” çayırları tanık olsun ki en mutlusuna gidiyordu buluşmalarının.

Yâver fesini sol yana devirdi ve bıyıklarını burdu. Eli-ayağı yanıyor gibiydi. Kerpiç duvarı aşmıya çalıştı. Ceketi tozlandı, aldırmadı, hemen şöyle silkiverdi eliyle, ince çayırlar ayağına dolaştılar aldırmadı.

Çelebi kızı, Zerdalinin altına vardı. Gözleri apaydınlıktı, kahverengiydi.
Yâver yanına gelince, oturuverirdi çayırların üstüne. Yâver o cesaretsiz elleriyle çelebi kızın elini tutacak oldu, edemedi. Oturdu.

Konya pul pul dirildi gözbebeklerine. Yalnız Konya değil dünyalar onundu. Anasını hatırladı, bir zaman sonra, memleketini hatırladı, sonra kalkıp gitmek istedi, niye istedi bilmem, gidemedi.Oturdu.

Derken efendim sekiz iklimden ipil ipil bir batı rüzgarının seranadı başladı. Kız konuşuyordu. Çelebi kızı. Derken efendim, Dere tarafından bir bülbülü vurdular, ne hacetti, kız konuşuyordu, yâver öldü öldü dirildi.

Konuştular. Kızın elleri yâverin ellerinde serindi. Uzun uzun konuştular. Aşktı bu dost. Sevgiydi. Ne Konya vardı önlerinde, ne zerdali ağaçları, Ne Meram, ne paşa, ne çayırlar ve ne de sekiz taraflarından sekiz kara binayla onları gözetleyen sekiz Konya uşağı.

Derken efendim, yâver “Haydi hoşçakalasız” diyecekti, diyemedi. Derken efendim sekiz karabina sekiz kurşun kuştu yâverin suratına. Derken efendim, yâver “gidem” dedi, gidemedi. Önce sallandı sağ ayağının üzerinde üç kez. Sonra sa yanına devrildi. Kıpırdayamadı bile. Sekiz Konya delikanlısı için sanki bir şey olmamıştı. Dere yöresine doğru “Konyalı” yı çağıraraktan yürüdüler.

Sabah yakındı. Çelebi kızı ölü sevgilinin üstüne eğildi. Öylece kaldı.
Gün ışığında ölü yâveri ve çelebi kızını “incecik” çayırların üstünde buldular.
Paşa, vali paşa, yâverin anasına yanık künyesini gönderdi yarıntesi günü.

“İnce çayır biçilir mi
Sular ayaz içilir mi
Bana yardan vaz geç derler
Yâr tat’lolur geçilir mi”

Sonra arkasından, mezar taşı olsun garibin diye bu türküyü yakıverdiler. “İnce çayır biçilir mi?” Biçtiler bile.

“Aman ben yandım, paşam ben yandım,
Ellerin köyünde vuruldum kaldım.

________________

 
Alt 04 Nisan 2020, 11:02   #40
Hacker Tugbu
tugbu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]




Yöre: Aydın
Bu türkünün daha bir çok kıtaları, Ege havalisinde söylenmekte ise de, muhite göre değişmeler olmaktadır. Biz, buraya meşhur olmuş on kıtasını aldık… (Efelerin efesi) kelimeleri üzerinde dikkatle durulacak olursa, Yörük Ali´nin muhiti dahilinde olan ve tarihi eserleriyle meşhur (Efes) meydana çıkmaktadır… Yörük Ali (1896-1953) Istiklal Savaşımızın başlarında birçok yararlıklarıyla meşhur olmuş efelerdendir. Nazilli köylülerindendir. Ailesi Sarı Tekeli adlı bir Türk aşiretinden olup, Ayvazoğulları lakabıyle anıhr. Üç sene çetecilik ettikten sonra, hükümete dehalet etmiş, Yunanlıların Izmir´i ve Aydın´ı işgal etmesi üzerine, Çine´nin Yağcılar köyünde tekrar bir küçük çete kurmuştur. 15 Haziran 1920´de Menderes nehrini 50 arkadaşıyla sallarla geçerek Malkoç tren köprüsünü muhafaza eden Yunan karakolunu imha etmiş ve silahlarını almıştır ki, Aydın ve Köşk cephesinde bir buçuk sene kadar vuruşan ve Aydın´ın içindeki savaşta çok yararlığı görülen bu alay´ın adı, 57. nci Tümende (37. nci Yörük Ali Efe Alayı) ismi ile hala anılır. Efe´ye Istiklal madalyası ve Milis albaylığı rütbesi verilmişti. Milli Mücadele´den sonra, çiftlik ve ticaretle meşgul olan Efe, altısı erkek olmak üzere dokuz evlat yetiştirmiştir. 1953 yılında vefat etti.

________________

 


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Kapalı
Refbacks are Kapalı





Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 08:44.