![]() |
|
Birine güvenmek, kimden bulaştığı belli olmayan hastalıktır. Önlem alınmazsa ölümcül olabilir. Kuduz gibi saldırgan, kanser gibi yıkıcı ve grip gibi yılın her döneminde görülebilen bir hastalıktır. “İnsanlara güvenmiyorum” dersin, sonrasında da bilmem kaçıncı defa aynı sakarlığı yaparsın. Hababam Sınıfı’nda arka bahçede top oynarken kırılan cam vardı ya hani, hatta Mahmut Hoca sürekli yasaklardı orada top oynamayı, ha işte aynı sahnenin milyon tekrarıdır o “İnsanlara güvenmiyorum” sözü. Sile sile öğrenirsin o aynayı temizlemeyi. En son kendime güvenmiştim. Ben de aynı şeyi yaptım. Ondan iki yıl önce yine kendime güvenmiştim, aynını yine yaptım. Hatta haftalık kurulmuş çalar saat gibiyim. Aynen öyle hissediyorum. Ben de çıkıp sürekli bana güvenin levhasıyla dolaşmıyorum fakat ne bileyim, Allah yukarıdan bakar da zoruna gider diye yapamıyorum elimde “koz” olsa bile. Bilerek tırnak içine aldım, çünkü o ***** koyduğumun kozunu kimseye karşı kullanmadım şu ana kadar. |
Ben, bu duygu haritasında yok hükmünde biriyim. Kendimi bu ortama ait hissetmiyorum. Katillerine âşıklardan olmayacağım. Bu yüzden de daima dışlanmış bir azınlığın yok sayılan bir bireyi olmaya mahkumum. Bu milyonluk ve milyarlık yozlaşma mide bulandırıcı. Hasta edici. Bu kokuşmuş “freak show” da yerim yok. Olması için çabam hiç olmadı, olmayacak. Kimsenin derdi canının kıymeti değil. Bu ikiyüzlülük, hayatımda gördüğüm en korkunç aldatmacalardan biri. Zalim yine revaçta. Magazinin uyuşturucu gücü yine zirvede. “Kayınçosundan bir bilezik” görgüsüzlüğü düğünlerde olur bilirdim. Meğer cenaze evi olmuş koca ülkenin her yerindeymiş bu. Size kalp diliyorum. Olmayan yerinize takarsınız. Belki bir hayrı dokunur. Ben bu gün topunuzdan istifa ettim. |
İnsan, yarattığı karmaşa kadardır. |
Panik, karar verememektir. İntihar edip yaşamak istemektir. O nedenle “Acaba” kelimesi sizin kurdunuzdur. İçten içe yer. |
Hiç kimse, korkan birinin aldığı nefes kadar içten olamayacak benim için. |
Kalp kırılması ile ampul patlaması aynı şeydir. İkisinin de sıkıntısını en çok geceleri fark ediyorsun. |
Oku, Ali Fikri Yavuz'un adıyla oku: Fede’â rabbehu ennî maġlûbun fentasir. |
Kabullenmenin ne demek olduğunu; Hz. İsa değil, oğlunu kaybeden Hz. Meryem bilir! |
Kaybetmenin gerçekten ne demek olduğunu; kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf mu, yoksa Yusuf'u uğruna gözlerinin nuru sönen Hz. Yakup mu bilir? |
Hayatınıza aldığınız insanların bazıları “ama” bağlacından sonra atılmış virgül gibidir, sonuna kadar yanlıştır. Bazıları da o bağlacın ta kendisidir, kendinden öncekileri tamamıyla unutturur, yok eder. |
Tanrı'nın merhameti cehennemi yaratana kadardı, benimki de bu satırları yazana kadar! |
Vel asr. İnnel insâne le fî husr. |
Ve iz yemkuru bikellezine keferû li yusbitûke ev yaktulûke ev yuhricûke ve yemkurûne ve yemkurullâh vallâhu hayrul mâkirîn. |
Günde en az üç hap almadan hayatına devam edemeyecek durumdaki insanları korkutamazsınız. Onlar için zaman sadece Çin işkencesidir. Bu kadardır. Hepimiz anlık mutlulukla motive, anlık acıyla deprem altındaymış gibi oluruz ancak onlar asla olmaz. O ilaçları almadan da duramazlar. Neden biliyor musunuz? Hâlâ inandığı şeyler vardır. Dile getiremese de, sevdikleri insanlarla üzerini örtmeye çalışsalar da bu gerçek değişmez. Peki, böyle bir denklemde huzurun anlamı veya önemi var mı? Oluyor işte. Çünkü ne kadar yaşayacağını, bununla beraber öldükten sonra da ne olacağını bilmiyorsa insan, huzur çok önemlidir. İnsanın bana, aradığı huzur, çöl yolculuğundaki su kadar önemlidir. Eğer olmazsa hep serap görür. Bir şeyin hayali ne kadar güzelse, gerçeğe dönüşmemesi o kadar iğrençtir. Diş ağrısıdır. En iyi deyimle vicdan azabıdır. Ve bahsettiğim insanların hayatları da, en iyi ihtimalle uzun bir yolculuğa çıkarken, sevmediği müzikleri telefonuna yükleyip şarjı bitene kadar dinlemekle birebir aynıdır. |
İn kânet illâ sayhaten vâhıdetenfe izâ hum hâmidûn. |
Hüznün tünellerinde kayboldum; pusulam kan karası. Nefesim güneydoğu gibi, bir ülkeye mezar olacak kadar derin. |
Bu kaderi çizen, bir ressamdı sanki. Fırçasını üzerimde gezdiriyor ve tek renk kullanıyordu. On beş yaşına yeni girmiştim. Doktorların daha önce hiç rastlamadığı, belki de Hipokrat dâhil hiçbirinin adını bile koyamayacağı hastalığa “Merhaba” derken. Sizin hiç nefesiniz kesildi mi? Geceleri uyku bir ısırgan otu gibi sarılırken, hayal bile edemeyeceğimiz cehennemden gelen korkuyu beklemek nasıl bir duygudur bilemezsiniz. Azrail'le zar atıyordum, yaşıtlarım mahallede top oynarken. Çocuktum. Hayallerim sirk makyajları kadar renkliydi, karabasanlar göğüs kafesimin içine gökdelenler inşa edene kadar. Kendi nefesimi hissetmezken sanki İsrafil yüzüme üflüyordu. Küçük bedenimde, büyük kıyametler kopuyordu. İçim alt üst oluyordu, tüm sırlarımı biri parçalıyordu. Her an o gece gelecek gibi yaşıyordum, ya da ölüyordum. İncecik bileğimle gardımı hiç indirmiyordum. Gülemiyordum mesela. İçtiğim su, çektiği hava çok başkaydı. Kimdi bu? Tanrı bu kadar zalim olamazdı. Çünkü ben, onu kurtarıcı bilirken, o, ondan yardım istiyordu. “Onun bile yalvardığı varlık bana kötülük yapmaz” diyordum. Ne ben, ne de tıp ona isim veremiyordu. Neyle savaştığımı bilmiyordum. Daha doğrusu savaştığımı bile bilmiyordum. Bir gün odamdaki aynanın karşısına geçip kendi kendime konuşmaya başladım. İnsan hastalıkla konuşur mu hiç? Konuşuyordum. Sonra yalvarmaya başladım. Daha sonra da küfretmeye. En sonunda da aynayı kırdım. Batıl inançlarınız var mı bilemem, ama ben inanmam. Ayna kırılmış bense bayılmıştım. Uyandığımda oksijen ve seruma bağlıydım. O da vardı yanımda. Doktorun o endişeli bakışı hâlâ gözlerimin önünden gitmiyor. Sanki ölmek üzere olan birine bakıyor gibiydi. Herkesin bir gün yapabilme ihtimali yüksek olan o en gerçekçi bakıştan bahsediyorum. Nasıl olduğunu bilirsiniz. Doktorlarda umudu kesince en sonunda psikolojik olduğuna inandırdılar ailemi. Yani topu bana attılar. Savaş alanında bayrağı dikmeye çalışan Ulubatlı Hasan gibi hissediyordum. Tıp, psikolojik deyince hocaya götürdüler beni. O kadar çok hoca değiştirdim ki, toplamaya kalksam çok geniş bir orduya sahip olurdum herhâlde. Her neyse. Hocalar da bu hastalığa “Cin” ismini verdiler. İçimde bir Cin olduğunu söylediler. Yani bu hastalığa tıp psikoloji, din ise Cin diyordu. Benim içinse tek fark; birinin, diğerinden altı harf fazla olmasıydı. Sonra mı? Hâlâ düzgün nefes alamıyorum. Siz buraya kadar okurken bile emin olun, ben, hâlâ bir yerlerde kaybettiğim nefesimi arıyorum. |
Kendimi, herhangi bir kum saatinin içinde sırasını bekleyen kum tanesi gibi hissediyorum. Beklemek acı veriyor. Ve hepimiz bekliyoruz. Önemsiz kişilerden kahraman yaratma konusunda kafamızı kaldıramayacak kadar meşgulken, kendimiz için sadece bekliyoruz. Gerçi ilerlemeye kalkınca da içeri doğru yapıyoruz. Yani hiçbir şeyi doğru yapamıyoruz. Çünkü bizler işe yaramaz ruhlarız. Tanrı'nın güven eksikliğiyiz. Tamiri mümkün olmayan parçalarız. O nedenle buradayız. |
Her şeyimi kaybetmek üzereyim. Zaman; dostumun da düşmanı, düşmanımın da düşmanı, hatta dostumun düşmanının düşmanının düşmanı, hatta ve hatta düşmanımın düşmanının düşmanının... Anlayacağınız zaman, tanıdığımız en güler yüzlü düşmandır. Sürekli kaybediyorum, ağlıyorum ama gözyaşlarımı hissetmiyorum. Zaman onları da bir şekilde siliyor. Zaman, eline aldığı saatli bombayla iyilik yaptığını zannediyor. Suç aletinin aleti olur mu? Şu an odada, yarım insanlar beraberim. Yarı değil yarım. Uzun boylu, olabildiğince yaşlı ve zayıf bir insan ile ayna karşısında bakışıyorum. İsmini unutacak kadar yaşlı ve yemek yiyemeyecek kadar zayıf görünüyor. Yeni ölmüşler kadar soğuk ve yarı felçli bir insandan bahsediyorum. Yarı felçli diyorum, çünkü ayağa kalkabiliyor ama yürüyemiyor. Konuşabiliyor ama cümle kuramıyor. Onun bu durumu kulağıma şunu fısıldıyor; insan, yarım kaldığını göremiyorsa, asla eski halini hatırlamaz. Karşılıklı oturup bakışıyoruz. Sadece bir cümle kurma hakkı olsa, beni öldür, derdi. Eminim ki bunu nasıl yapmam gerektiğini de söylerdi. “Beni şu şekilde öldür” derdi. Tam da bu sırada odayı bir koku kaplıyor ve karşımdaki yüzüme bakmaktan vazgeçiyor. Tam da tahmin ettiğiniz gibi, osuruk kokuyor. Koku odayı kapladıkça kızarmaya başladığını fark ediyorum. Utanma yetisini kaybetmemiş bir insanla aynı odadayım. Birazdan ölebilir fakat hâlâ utanma duygusunu göstermeye çalışan insana bakıyorum. Kendi kendime, “Bu olaya ikinci defa şahit olursam bunu yapan kişi eminim ben olurum” diyorum. Yavaşça ayağa kalkıyorum. Karşısına kadar geçip, “Kötü hissetmene gerek yok” diyorum. Bunu söylerken çok ciddiyim. “Kötü hissetmene gerek yok. Çünkü hepimiz kendi hayatlarımızın içine ediyoruz. Tek fark, senin bunu en somut şekilde yapıyor olman” diye cümlemi tamamlıyorum. Sahip olduğumuz şeylerin görüntüsü önemlidir. Başkasının bizi nasıl gördüğü, bizim için çok önemlidir. Karşımda, ölümü arzulayan bir insan var. Nasıl göründüğüyle ilgilenmeyen bir insandan bahsediyorum. Son kez göz göze geliyoruz. Yirmi dört yaşındaysanız ve her şeyinizi kaybetmek üzereyseniz, istediğiniz tek şey, sonraki nefesi almamaktır. Çünkü her nefes daha kötü olmanıza neden oluyor ve iç organlarınızın kokusunu bile hissetmeye başlıyorsanız, Tanrı'ya ölmek için yalvarırsınız. Bunu nereden mi biliyorum? |
Ruhunu teslim etmek üzere olan insanlar bakışıyorum. Bedeni ve aklı aynı yerde olan bir insan düşünün. Gözleriyle tavanı seyrediyor. Sanırım birazdan üç kişi olacağız ve çoğalmanın azalmayla olan izdivacına ilk defa bu kadar yakından tanıklık edeceğim. Bu durumun beni huzursuz edeceğini düşünüyorum. Tuhaf ama rahatsız olabilme ihtimalimden başka hiçbir şey düşünemiyorum. Çünkü hayatta olan kişi muhtemelen ben olacağım. Hayatta kalmak huzursuzluğun devam etmesine işarettir. Doğumumdan beri bu düşünceye sahibim: hayatta kalmak huzursuzluktur. Nefes almak huzursuzluktur ve canlı olduğunu bilmek huzursuzluktur. Her neyse. Nefesiniz kesikken ya da kesilmeye başlarken hiçbir şeyi tam olarak düşünemezsiniz. Sadece o an vardır. Yaşamla ölüm arasındaki sınırı belli eden çizgide, kendi şovunuzu sergileyeceğiniz o eşsiz zaman. Biraz duygudaşlık (Empati) ile bu durum kulağa hoş gelmeye başlıyor. Düşünün; her şeyden kurtuluyorsunuz. Bir anda yok oluyor en büyük kaygılarınız. O aklınızı kemiren şüphelerden sıyrılıyorsunuz. Panik yapmıyorsunuz ya da kurtulmayacağınızı bildiğiniz için yapamıyorsunuz. Hiçbir kaçış planınızın olmadığı ve hislerinizi kaybetmeye başladığınız o çirkin anı düşünün. Düşündünüz mü? Ruhunu teslim etmek üzere olan insanla bakışıyorum. Bedeni ve aklı aynı yerde olan bir insan düşünün. Gözleriyle tavanı seyrediyordu, ama artık onu göremiyorum. Çünkü siz bu yazıyı okurken, o aynayı kırdı. |
Onun hediye ettiği kuşun kanatlarını koparıp yola bıraktım. O kafasını dimdik kaldırıp yürümeye çalışırken şartların eşitlenmediğini düşündüm. Sonra kafamı yukarı kaldırıp, gökyüzünü ve aynı oranda tüm benliğimi yırtana kadar bağırdım; benim etrafımda daha tehlikeli şeyler var, duyuyor musun? |
Başkalarının felaketini seyretmek keyif vericidir. Özellikle sevmediğimiz insanların felaketini seyretmek. Bunun için dua bile ederiz. Ömrümde bir kere bile olsa, “Allah belanı versin” diyen herkes için geçerlidir bu sözüm. Bu insanlar genelde önceden sevdiğimiz insanlar olur. Ne tuhaf. Hepimiz akşam haberlerinde kötü şeyler duymak istiyoruz. Bu hoşumuza gidiyor. Belki kendimi acımızı unutmak için yapıyoruz. Bilmiyorum, belki de şükretmek için yapıyoruz. Tanrı bunun için eşit yaramıyor olabilir bizleri. Afrika'nın yok olmaması sırf bu yüzden de olabilir. Çok ihtimal var aklımda. |
Kaybetmek. Bu kelime çok şeyi ifade ediyor. Her şeyi kaybedince anlıyoruz, değerini görebiliyoruz. Arkama dönüp baktığımda o kadar çok şey kaybettiğimi görüyorum ki, sıralama yapamıyorum. Biliyorum, daha büyüklerini de kaybedeceğim. Hep kaybedeceğim. Zamanla klişeleşerek korkunçluğunu yitiren ancak doğruluğu hiç tartışılmayan argümanlar vardır. Bunların içinde en büyük totolojiyi barındıranlarından biri de kaybetmektir. Bkz. “Bu dünyaya kaybetmeye geldim. (Geldik)” Dünyadaki varlık amacımın veya nedenimin kaybetmek olduğunu keşfettiğimde henüz on yaşındaydım. Ve bunda tek pay sahibi dayımdı. Çünkü ilk kaybettiğim şey köpeğimdi. Onu dayım götürmüştü. Dayımı suçlamıyorum, yanlış anlamayın. Sadece bir çocuk için bunu atlatmak çok zordur. İnanın bana. Sonra bir köpeğim daha olmuştu. Onu da kaybetmem çok uzun sürmemişti. Çünkü köpeğim ölmüştü. Tanrı'yı da suçlamıyorum. Ama bu zamanlarda suçlayacak birilerini arıyor insan. Aynı gün içinde aynı şeyi kaç kere kaybedebilirsiniz ki? Ya da aynı masada aynı şarkıya eşlik ettiğiniz, aynı şeye küfür ettiğiniz, aynı içkiyi içtiğiniz insanı, o masadan kalkarken kaybetmek nedir bilir misiniz? Peki ya, bir gün önce kendinizden daha çok sevdiğiniz insandan ertesi gün aynı oranda nefret ettiniz mi? Evet, mi? Kaybetmek doğamızda var, evet, ama yirmi üç yaşının son demlerine kadar hep kaybedince, bu olay artık yetenek, hobi, mahlas gibi üzerinize yapışıyor. Hiçbir şey, hayatınızdaki her şeyi ve herkesi bir gün kaybedeceğinizi düşünmek kadar acıtamaz. Çünkü gerçek bir acıdır. Kaybettikçe gerçeğe dokunuyoruz. Sürekli devam eden yasak bir ilişki içerisindeyiz. Yani kaybetmek, gerçeğin bekâretidir. Bir kere kanadı mı, artık alışır insan. Alıştıkça kanaması durur ama aynı acıyı hisseder her defasında. Bunu düşündüğünüzde hemcinslerinizin tarafından tecavüze uğramış gibi hissedebilirsiniz. Ama olsun, buna da alışırsınız. Bu hayat hep kaybetmeyi öğreteceği için alışmak zorundasınız. Fakat bizler tembel öğrencileriz. Her zaman öğrenmeye değil unutmaya çalışacağız. Sanki çalıştığımız yerden soracaklarmış gibi. Kazanmak ve kaybetmenin hüküm sürdüğü bedenlerin içindeyiz. Canınızı sıkmak istemem ama papatya falları gibi bir durum bu. Seviyor ve sevmiyor diye koparılan yapraklardan farklı olarak hiçbir zaman kazanmak olmuyor sonucu. Çünkü ne kazanırsak kazanalım, kaybedeceğiz. Tanrı'nın hediye ettiği organlar, duygular ve insanlar da dâhil! En iyisi mi, ne yapın biliyor musunuz; kendinizi kaybetmiş rolü yapın ve uzun süre haber alamadığınız herhangi bir akrabanıza yaptığınız gibi, umursamadan yaşamaya devam edin: “Bir de iyi tarafından bak; bu herkes için geçerli.” Bardağa dolu tarafından bakan değil o bardağı yarısına kadar içen kişi olmak istiyorum. Bugün büyük bir şey daha kaybettim. Aslında yarım kaldım diyebilirim. “Sağlığından mı bahsediyorsun?” Hayır, kendimden. |
Köşeye sıkıştığımda küfür ederim, dua değil. Beklentisiz olmak istiyorsanız bunu deneyin. Yapın bunu. Köşeye sıkışana kadar aklınıza gelmiyor nasıl olsa Tanrı. Ya da Allah! Siz hangisini kullanıyorsanız, ya da nasıl hitap etmek istiyorsanız öyle devam edin. Çünkü bu başlıkta ikisini de okuyacaksınız. Neden böyle düşünüyorum biliyor musunuz? Çünkü neyi yasaklamışsa yapmış insanoğlu. Ve sen, ben, biz yani hepimiz; gün içinde kaç defa çıkarsız bir şey yapıyoruz, kaç kere korkularımızı ve bizlere öğretilmeye çalışan sözde doğru şeyleri bir kenara bırakıp, kaç defa yürekten inandığımız şeyleri yapıyoruz? Sadece korkunca aklınıza geliyorsa ve gerçekten sadece o an teslimiyeti hissediyorsanız, emin olun o inancınızın sahibi olan değildir. Kandırmayın kendinizi. |
Cennet bize vaat edildiği gibi bir yer olsaydı, Âdem o elmayı bu kadar kolay yiyebilir miydi? |
Bu neyin savaşı Tanrı'm? Ruhumu işgal eden hastalık kimin silahı? Ne için onca şehit verişim? Kim bilir kaç ölüme şahit oldun hem pas, hem de yas tutmuş nefesiyle kıyamete hükmeden İsrafil'inle? Kaç Mesih daha kanını akıtacak gözlerinin önünde? Kaç beyinsiz göremeyecek seni, gönderdiğin kitapların içinde? Ve ben, aynaların en keskin küfürlerine maruz kalırken, kaç gece daha hatırlayacağım ölümü, kendime? |
“İnsan, nefesi kesikken çığlık atmaya çalışıyor fakat hiç kimse duymuyor. Belki Tanrı da duymuyordur. Yoksa bana yardım etmez miydi?” |
Günlüğümü bu cümleler ile bitirdikten sonra yatağıma girdim. Tekrar uyandığımda tekrar nefes alamayabileceğimi biliyordum. Ölü olmak artık benim mükâfattı belki de. Evet, ölemediği için acı çeken bir insandan bahsediyorum. Gerçek bir acı. İntihar edemeyecek kadar inançlı, ama dua edemeyecek kadar da kırgın bir insanı getirin gözünüzün önüne. Doktorların adına psikolojik dediği görünmez bir düşmanım vardı. Öyle ki, “Bu düşmandan kurtulmak için kanser olacaksın” deseler, hiç düşünmeden kabul ederdim. Çünkü düşmanımı tanırdım. Ne kadar ölmek isterseniz isteyin, ölüm anında kurtulmak için çabalıyorsunuz. Evet, kanser olsanız bile savaşırsınız. Ancak ölü olmak ile görmezden gelinmek arasında hiçbir farkın kalmadığı yerdeyseniz, işte o zaman savaşmak fiili, sizin için can çekişmek ile aynı şeydir. |
Tanrı'm, her gece nefesime tecavüz eden inancımdan kürtaj oldum artık. Ve eğer varsa, cehennemini benimle yak. Çünkü orayı yakma ihtimalin, burada yaşadığım nefes ihtilalinden daha az acı veriyor... Hazırlan, geliyorum! |
Unutturan her şey bağımlılık yapar. Her insanın canı yanmıştır. Nefes aldığımız sürece de bunun olması muhtemeldir. Bunlar bilinen gerçeklerdir. Psikiyatrlar da, psikologlar da adına “Çaresizlik” der. Çaresizliğin narkozu da, panzehiri de umuttur. Daha açık olmak gerekirse, çaresizliği göz ardı etmenin en klasik yöntemi umut etmektir. Çünkü canımız yandıkça çabalarız. Unutmak için. Kurtulmak için. Kaçmak ve göz ardı etmek için. Fark ettiniz mi, bilmiyorum, ama insanoğlunun en büyük ortak zaafı kulağa hoş gelen ve rahatlatan şeylerdir. |
Kirli görünmek, temiz olmaya çalışmaktan daha kolaydır. Çünkü aynı gün, insanlar yüzünden kendi içimde yine o insanlar tarafından psikopat veya ruh hastası olarak nitelendirilen bir manyak yaratmıştım. Bu konuda o kadar kusursuzdum ki, sanki Tanrı'nın mesleğini elinden almıştım. Size saçma gelebilir, fakat işin özünde fedakârlık vardı. Göremiyor musunuz? Yakından bakın. Ve daha yakından! Görene kadar deneyin. Nasıl bir fedakârlık olduğunu anlatmayacağım çünkü. O günden bu güne benim tek karın ağrım, herkesin bu psikopatın yaptıklarını kabullenir ve olağan karşılamasıydı. İkinci kişiliğimi kıskanıyor muydum? Bunun cevabını hâlâ veremiyorum. İnsan yapımı her şeyin yan etkisi olduğu gibi bunun da vardı. Bunu fark etmem için de zamana ihtiyacım vardı. Zaman ilerledikçe zihnimin içinde sıkışan psikopatça ve sapıkça düşünceler zapt etmişti. Olmayan bir hikâyeyi anlatmak ne demek bilemezsiniz. Hele de bu hikâyeyi yaratmak nasıl bir şey asla bilmek istemezsiniz. Bunu basit bir yalan olarak düşünmeyin. Çünkü yalanı, sadece kendinizi kurtarmak için söylersiniz. Bense tam tersi için uğraşıyorum. |
İnsanlar gerçek bir ruh hastası gördüğünde ünlü biriymiş gibi davranır. Yani onu özel hissettirmek ister. Çünkü sizden gerçeği öğrenmek yerine psikopatça şeyler duymak ister. Kendi yapamadığı ya da aslında hep isteyip de cesaret edemediği şeyleri duymak isterler. Ben buna günah çarkı diyorum. Yani cehennemin kadrolu elemanı ile geçici personeli arasındaki çark. |
Ben yolunda giden her şeyin kanseriyim. |
Her şeye sahip olana kadar çalışıyoruz. İhtiyaçlarımızın fazlasını istiyoruz. Daha fazlasını. Kimilerimiz bunu başarıyor. Başaranlar, fark ediyor ki, aslında bir şeye sahip olmak için, karşılığında, kendinde olan başka bir şeyin daha fazlasını vermen gerekiyor. Bu, yere okey attığını, oyunun sonunda fark etmekle aynı şey. Hastaneye girdiğim andan itibaren şunu fark ediyorum; insanları korkutmak için ne Tanrı olmaya gerek var, ne de kandırmak için Şeytan olmaya. Bunu vücudunda çıkan küçücük leke bile sağlayabilir. |
Kanserden kurtulacaksın. Sonra ne olacak biliyor musun? Sürekli düşüneceksin. En ufak hastalıkta kanserli hücre kâbusu göreceksin. Zaman geçtikçe bunlar somutlaşacak. Güneş lekesinden dahi korkar hale geleceksin. Vücudunda çıkan her kızarıklığı, sivilceyi, izi, çiziği vs. fakülteyi on yılda bitirmiş bir tıp öğrencisi gibi ölümcül bir hastalığa bağlayacaksın. Korkunç olan ne biliyor musun? Ölüm değil. Tekrar savaşma korkusu! Biraz da olsa anladın mı neyin olduğunu? |
Dikkat etmediğin için kanser olmadın. Dikkat ederek de kurtulamazsın. Hatta eskisinden daha kötü olursun. Çünkü ne yaparsan yap, dikkat ettiğini düşündüğün şeyleri kontrol etme gereği duyarsın. Çünkü gözden kaçırma ihtimalin var. Ve bu ihtimaller seni kanser yapar. Kendi yarattığın kanserden bahsediyorum Sami. İşte bununla savaşamazsın! Hâlâ fark etmedin mi? |
Savaşmanın aslında kabullenmenin ilk belirtisi olduğunu biliyor muydun? Sadece savaşı başlatan ile savaşmak zorunda kalanlar arasında sonucu geç kabullenme farkı vardır. Ancak sakın unutma; savaşmak, tüm sonuçları ta en baştan kabul etmektir. |
Küçücük bir hata sizi en dibe kadar indirip tekrar gökyüzüne ulaşmanızı sağlayabilir. Ufak bir gözden kaçırmanın sonunda neler olabileceğini tahmin bile edemezsiniz. Her şeyden önce, sizi köşeye sıkıştırmaya çalıştırdıklarında gerçek gücünüzü görebileceğinizi unutmayın. Bkz. Akrepler. Onlar da tüm zehrini köşeye sıkıştırdıklarında boşaltırlarmış. Her neyse. |
Yapmaya korktuğunuz şeyler yüzünden insanların sizleri yargılaması nasıl bir şeydir, bilir misiniz? Ben korkunç şeyler yapamayacak kadar korkak olduğumu düşünüyordum. Herkes de benimle aynı fikirde zannediyordum. Beni tanımayanlar bile elimde bıçak görseler dahi cinayet işlemeyeceğimi düşünmez diyordum kendi kendime. Sevgisini dahi göstermeye çekinen insandım ben. Ta ki anlattıklarım insanları korkutana kadar. Siz adına ne derseniz deyin, bu benim için peygamber olduğunu çok geç fark etmek gibi bir şeydi. Bizler aynıyız aslında. Korkularımız aynı. Zaaflarımız aynı. Ve hepimiz aynı hayatların kopyasının çoğaltılıp dağıtılmasıyız. |
Ne kadar savaşırsan savaş öleceksin. Ve bu ölüm, hem istemediğin, hem ihtimaller arasında olmadan, hem de en hazır olduğun zamanda gerçekleşecek. Şu an dâhil! Devam et. Böyle yaparak ölümü yeneceğini düşünebilirsin. Ama benim için kanserden ölmen, savaşmandan daha iyi ihtimal. |
| Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 05:59. |
|
Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Copyright ©2019 - 2025 | IRCRehberi.Net