![]() |
Maske tak. Ama şu güzelleşmek için sürdüğün ama Shrek'e benzediğin yeşil kremlerden değil. Hayali olanından. Çünkü kime gerçek yüzünü gösterirsen, ertesi gün tanınmaz halde bulursun kendini aynalarda... |
Hep en kötü ihtimali düşün. Çünkü yükseldiğinde, etrafındakilerin gerçek yüzünü göremiyorsun. Üzerine basıp çıkmak için sırada bekleyenlerin olduğunu ve bu bekleyenlerin de sevdiklerinden oluştuğunu sadece düşerken net görebiliyorsun. O nedenle, düşmeyi beklemek yerine dipte kal! Ne sevmek için ne de canını yakmak için yaklaşamaz hiç kimse, sana. Ha bu arada, bir insanın hayatına girmek, hiç bilmediğin bir şehre girmeye benzer. Yalnız birinde çıkış tabelasını kendi ellerinle yaparsın. Tanıdın mı beni, müptedi... |
Tek kalmak ve terk edilmek kardeş gibidir. İnsan ya terk eder ya da tek kalır. Sürekli devam eder bu. Birilerini öldürmek zorunda kalmak ile birileri tarafından öldürülmek de öyledir. Ya teksin. Ya da terksin. |
Bu dünya, sonunda ne olacağını öğretir, anlamadığın yerde kanser yapar. Hem savaşıp hem de yalvarıp ölürüz. Daha önce yaşamış ve unutulmuş tüm insanlar gibi... |
Gepetto Sendromu diye bir şey var, biliyor muydunuz? Carlo Collodi'nin, Pinokyo ismindeki çocuk romanını duymuşsunuzdur. Aslında gerçek hikâye başkadır. Ama bizi ilgilendiren, sonunda Pinokyo'nun asıldığı hikâye değil. Bizi asıl ilgilendiren, yalnızlığın insana her şeyi yaptırabileceğini anlatan o hikayedeki Gepetto'nun psikolojisi. Sorun şu ki, Gepetto Sendromu'nun ciddiyetini, sadece ama sadece bu psikopatolojik hikâyeyi anlattıktan sonra kavrayabilirsiniz. Bak şimdi, birkaç teknik bilgi verip hikâyeye gireceğim. Kulaklarını tam aç ve iyi dinle, başlıyorum; Kur'an-ı Kerim'in Hicr suresinin 26'ıncı ayetine göre insan şöyle olmuştur; “Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık.” İncil, Yaratılış 1:27’de der ki; “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı'nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı.” Tevrat’a göre de iki şekilde yaratılma hikayesi vardır. Ancak Gepetto, sadece Yahvist Metin'den yola çıkmış olmalı. Çünkü orada ikinci insan (kadın) ilk insanın (erkek) kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia eder. Gepetto, yalnızlıktan kutsal kitapları karıştırmaya başlar. Hristiyanlığa göre Hz. İsa, çarmıha gerilip öldürülmüştür. Ancak Müslümanlar, Nisa 157'den yola çıkarak ölmediğine inanır, tabii çarmıha gerilenin de Yahuda İskaryot olduğuna. Bunları araştırırken Gepetto'un aklına şöyle bir fikir geldi; “Eğer İsa, ölmediyse, onun kanına boyanan tahta çarmıhtan insan da yaratmak mümkündür.” Komik veya saçma gelebilir. Ama unutma, yalnızlık insana her şeyi yaptırır! Allah'a inanır gibi yaptırır. Gepetto, artık yalnızlıktan kurtulmanın nasıl olacağının krokisini kendi kafasında belirlemiştir. Geriye sadece Crux Vera çarmıhını bulmak kalmıştır. Ancak kutsal Crux Vera haçı; 1204 yılındaki Latin istilası sırasında Ayasofya yağmalanınca, mevcut son parçalarını da kaybetmişti. Gepetto'un o haçı aramaya çıktığı yol ise 1876'dır. Tam yedi yıl sonra, 1883 yılında Gepetto, kutsal haçı bulmuştur. Evinde ince bir çalışmayla güzel bir kukla haline getirmiştir. Her gün kuklasıyla oynamaya başlamıştır. Ancak belirli bir zaman sonra bu kendine yetmemeye başlamıştır. Bir gece, uyumadan önce kutsal kitaplardan seslenerek şöyle yalvardı; “İsa'yı babasız yaratan Allah'ım, onun kanını taşıyan tahtadan yaptığım kuklama da annesiz hayat ver. Yoksa kendimi öldürebilirim yalnızlıktan!” Zariyat suresinin 56'ncı ayeti, “Ben cinleri ve insaları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” der, Allah ve Gepetto'un bu duasını kabul eder. Çünkü Gepetto, ona yönelir. Ondan yardım ister. Allah için hiçbir şey mucize değildir. Peygamber'in söylediğine inanılan şöyle bir söz vardır; “Bir kimse, cuma günü ikindiden sonra Ayet’el Kürsi'yi ıssız bir yerde on yedi defa okursa, daha evvel kendisinde olmayan haller oluşur. O anda dua etse, duası kabul olunur.” Ya Gepetto, bunu yürekten istemişse? Bakma öyle, masallar, inanıldığı kadar gerçektir. Her neyse. Gepetto, bir sabah uyanır ve karşısında Pinokyo'nun ona gülümseyerek baktığını görür. İçinden geçirdiklerini sesli bir şekilde, “Keşke günaydın diyebilecek kadar canlı olabilseydin.” der. Ardından Pinokyo, “Günaydın!” der. Gepetto, o an şaşırmaz. Çünkü o kadar çok istemiştir ki bunu, hayâl bile olsa umurunda değildir. Tıpkı Musa'nın peşinden koşan Firavun gibi. Hiç yadırgamaz bu durumu. Ve Allah'ın bu iyiliğine karşılık, Gepetto da Pinokyo'ya ilk önce okumayı aşılamak ister. Çünkü ilk emir, “İkra!” dır. Ama evdeki hesap çarşıya uymaz ve Pinokyo ne okulu ne de okumayı asla sevmez. Gepetto buna çok üzülse de İsa'nın çarmıhtaki hali aklına gelir ve Pinokyo'ya asla “Neden?” sorusunu yöneltmez. Yöneltemez. Zaman su gibi geçer. Bir gün, komşusu uzun zamandır göremediği için Gepetto'yu merak eder ve evine gitmeye karar verir. Ancak eve geldiğinde gördüğü manzara şok etkisi yaratır. Tahtadan bir çocuğun konuştuğunu görüp baygınlık geçirir. Allah'ı görmek isteyen ancak sadece kudretinden bile yığılıp kalan peygamber gibi komşusu da oracıkta bayılır. Gepetto, bu durum karşısında sadece şuna inandırır kendini; “Pinokyo, beni düşündüğü için okula gitmedi. Yoksa beni büyücü zannedip öldürebilirlerdi.” Bu olanlar karşısında çok etkilense de Pinokyo, babasına belli etmemeye çalıştı. Bir gece babasının dua ederken, “Pinokyo'nun insan olmasını istiyorum” dediğini duydu. Etten kemikten olmasa da bir ruha sahipti Pinokyo. Çok üzüldü. Ancak babasına hak verdi. Çünkü normal bir insan onu görünce inanmak istemiyordu. Nasıl inanılsın, Hz. İsa, “Ben peygamberim” demesine rağmen çarmıha germediler mi? Pinokyo'ya neler yapılır düşün bakalım. Gepetto da bunu düşündü ve insan içine çıkarmaktan vazgeçti. Komşusu kendine gelip evden ayrılınca Gepetto'un büyücü olduğunu söyledi insanlara. İnsanları kışkırtarak bir gece evini bastılar Gepetto'un. Ancak evinde hiçbir büyüsel eşya bulamadılar. Pinokyo'yu bile bulamadılar. Çünkü Pinokyo, daha önceden gitmeye karar vermişti. Babasının uyuduğu o gece de çoktan yola çıkmıştı bile. Yolda Cebrail (a.s) ile karşılaştı. Cebrail, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Pinokyo, “İnsan olmaya gidiyorum” cevabını verdi. Cebrail hiçbir şey demeden yolundan çekildi. Bu sefer Pollyanna ile karşılaştı Pinokyo. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. O da aynı şekilde “İnsan olmaya...” cevabını verdi. Pollyanna, gülümsedi. Sonra Pinokyo'nun burnunu koparıp kalbine sapladı ve “Bir şey hissediyor musun?” diye tekrar sordu. Pinokyo, “Hayır” dedi kendinden emin bir şekilde. Pollyanna, “İnsan olmak için kalbin çok acımalı” dedi. Pinokyo, içinden “Kurumuş bir ağaca ne kadar zarar verebilirsin ki?” ama dışarıdan “Haklısın, o halde nereye gidersem gideyim bu olmayacak” dedi. Pollyanna, tasdikler gibi kafasını salladı. Pinokyo geri döndü. Fakat döndüğünde evini yanıyorken buldu. Çünkü inkâr etmemişti Gepetto. Yaptıklarının arkasında durmuştu. Anlatmıştı. Gözlerine baka baka anlatmıştı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı... Diz çöktü Pinokyo. Kalbine dokundu. Pollyanna haklıysa, insan olmuştu. Ama vazgeçti, önce insanlıktan, sonra da yaşamaktan. O hırsla kalktı ayağa, evini ve babasını yakanların üstüne koştu. Hz İsa'nın aksine “İnsanlık bu mu!” diye haykırarak koştu. Ardından yangına koştu Pinokyo, ateşe koştu. Gözyaşlarıyla söndürebilmek için koştu. Her şeyi düzeltmeye çalışır gibi koştu. Ve insanlığını da Alak suresinin 8'inci ayetine sıkıştırarak koştu. “Tahta gibi, insan kadar!” Araf suresinin 179'uncu ayetini bıraktı. “‘Andolsun ki,’ dedi ayet, ‘cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık.’ Peki, sence, Gepetto'ya ihanet eden Pinokyo muydu, insan mıydı, inandığı mıydı, yoksa inancı mıydı?” Nebe suresinin 40'ıncı ayetine yaslanarak öğrettiğim şeyi soruyorum sana, insan olmaya gerek var mı? Sayemde çok önemli bir şey öğrenmiş oldun, Gepetto Sendromu diye bir şey olmadığını.. |
Bazı gerçekler aslan değişmezdi. “Ben” her zaman haklıydı, “Sen” her zaman suçluydu ve “O” her zaman yalnızdı. İnsanlar, bu üç tekil şahıs arasında sürekli yer değiştirirdi. |
Kimi tanırsanız tanıyın, bir gün ölüp toprağın altına gidecek gerçeğini aklınızdan çıkartmayın. |
Hırsızlık hakkında biraz konuşalım. Ama her şeyden önce bu dünyada herkesin bir parça hırsız olduğunu kabullenelim. Küçükken, komşunun bahçesinden meyve çalardık. Kimimiz cebimizi doldururduk, kimimiz midemizi. Cebini dolduranlar, bahçeden çıkınca karşımızda özendirerek yerlerdi. Biz de sanki demin yememişiz gibi bakardık. Sonra bu durum büyüdükçe değişte. Artık insanlar her şeyi o yöntemle yapmaya başladı. Unutmayın, özendiğin her şeyi bir gün denersin. Âdem ve Havva, cennet bahçesinden meyve çalar. Belki de şeytan, o meyveyi Âdem ile Havva'nın karşısında yiyip canlarını çektirmiştir. Kim bilir? Her neyse. Hatırla, herkese güvenirsin önce. Sonra da kazık yersin. Daha sonra da sen atarsın. Ve zamanla bu durum: “Artık kimseye güvenmiyorum.” demeni, her sabah “günaydın” demek kadar pelesenk haline getirir dilinde. Laçkalaşırsın. Birilerine hep “İyi niyetimden vurdular.” yalanını sokmaya çalışırsın. İşin garibi, bu yalana sen, herkesten çok daha kolay ve en önce inanırsın. Birine verdiği şeyin iki katını almak da hırsızlıktır. Bundan yola çıkarsan dünyanın kendisi de hırsızdır. Hangi çağda olursa olsun, o dönemin en büyük hırsızı zamandır. Zamanın çaldığını, yerine kimse koyamaz. Dünyanın kendisi bile. Yalan söylemek de hırsızlıktır. Birini kandırmak için doğruyu yalan, yalanı da doğru şekilde anlatırsan ne olur biliyor musunuz? Deneyin. |
Onun da her şeyi anlayacağı günler gelecek. Senin de gelecek. Herkesin anlayacağı günler de gelecek. Merak etmeyin, anladığınız için çıldırdığınız dönemleriniz de olacak. Anlam vermeye çalışırken yorulduğunuz gündüzleriniz, anlamını yitirdiğiniz şeyleri aramaktan uykusuz kaldığınız geceleriniz olacak. |
Sırtını, sırrını, sanrını ve ağrını bilen tek şey duvar olunca anlayacaksın. Şimdi değil. En azından şu an değil. |
Sevmek, sevdiğini mutlu görmektir, o mutluluğun içinde kendi olmasa bile! |
Bir keresinde benden hoşlanan bir kadın bana, “Yaramı sarmanı beklemiyorum, yeni yara açma yeter.” demişti. Ben de “Yara açamam zaten, çünkü beni kan tutar.” demiştim, benden olabildiğince uzaklaşmıştı. |
“Seni seviyorum” derken kanser kadar ciddiydim. |
Kötülüğün en sağlam maskesi, başkalarına “Ben suçluyum.” demektir. İnsanlara suçlu olduğunu itiraf eden kişinin üstüne, dürüst zannedilip gidilmez. Bir futbol müsabakasında, kaybeden tarafın teknik direktörü, “Bu mağlubiyet, benim hatam.” deyip istifa ettiğinde, taraftarlar, “Delikanlı adam.” der, bir gün öncesinde ana bacı sövseler bile. |
Herkes, etrafındaki insanların çoğunu ya sevmez ya da umursamaz. Çünkü kendilerini ve konumlarını, önünde ve arkasında olduğu insanlara göre ayarlamaya çalışırlar. Hayatında dürüst olabileceği belli başlı anlar vardır. O anlarda da genelde kendileri için doğru olanı yapmaya çalışırlar, tabii ki bu davranış iyi yapar, ancak asla dürüst yapmaz. Çünkü dürüstlüğün ödülünü yanlış anlaşılmanın elinden alırlar ve otomatikman kötü görünürler. Ve onlar ne yanlış anlaşılmak ister ne de kötü görünmek... |
“Mezarlıklar, dibe vurmadan yükselemeyeceğimizin kanıtıdır” diyenlerin aksine, mezarlıkların dibe vurmanın sıfır noktası olduğuna inanırım. Hayat satranç ise sadece mezarlıklar satranç kutusudur. Tanrı dünyayı altı günde yarattı, insan bir saniye içinde kendini dünyasını karartabilir. |
Önce öldürmesi gereken şeyler, yaşamaya mecbur bırakacak. Sonra o aldığın her ölümcül darbe, doğum sancısı gibi olacak. Görünmez duvarların, acıların, yaraların ve duyguların arasında yapayalnız çürüyeceksin, tükeneceksin, azap çekeceksin, fakat ölmeyeceksin. Ölemeyeceksin. Çünkü ne ölümü isteyecek kadar cesursun ne de hak ediyorsun. Et ve kemikten değil; geceleri gizli gizli yalvarmaktan, gündüzleri de çirkinleşerek yaşlanmaya devam etmekten ibaretsin. Anlayacağın Sami, poşet çay gibi sadece tek kullanımlık hayatın var, ama iki bardak çay çıkarma derdindesin. O yüzden tadını çıkar, harcandığın her şey gibi... |
Neredeyse iki yıl olmuş. Mezarın etrafında tüm tanıdıkların vardı Tolga Can. Mezarını kapatırken kullandıkları dokuz tahtaya yaptığım kadar kolay olmasa da hepsini teker teker saydım. O kadar çoklardı ki, sanki tüm kazık attıkların ve yediklerin oradaydı. Katilini ve kurbanını gömdüklerini gördüm. Sonra geldiler yanıma. Sarılıp ağladılar. Gözlerini silip ***tir olup gittiler. Anladım ki her insan; cenazeden sonraki “Bir ihtiyacın olursa, buradayım unutma.” cümlesinden ibaretti, samimi değiller ama birbirlerine inanıyor rolü yaptırıyorlar. Benden önce ölmeni istemezdim, inan. Ama sorun birilerinin benden önce ölüyor olması değilmiş. Her şeyin mutlaka ölmesiymiş. Geç oldu ama şimdi anladım. Yarına çıkamayacak olan herkes kadar değerli, dün en kıymetlisini yitirmiş kadar değersiz dünyada olduğumu hissedecek derecede hem de. |
Yalnızlık çok kötüdür. Yalnız olduğunu inandırmaya çalışmak daha kötüdür. Ama yalnız olduğuna inandıracak birinin olmaması daha, daha, daha... |
Kötülük; olunan bir şey miydi, yoksa yapılan bir şey mi? |
Fark ettin mi; “Yasaklı filmlerin çoğu cinsel içeriklidir. Hatta tümü işkence ve seks üzerinedir.” Hiç düşündün mü; “Madem öyle neden yapılıyor?” diye. Çok basit. Bu sayede anlamanı istemedikleri şeyleri kalkanlıyorlar. Çünkü yasak, can çekicidir. En tehlikeli bilgiyi göz önüne koyup, en gereksiz bilgiyi gizlemeye çalışırsan kimse tehlikeli olanı görmez. Hatta görse bile bakmaz. Dikkat etmez. Önemsemez. Göz ardı etme yeteneği budur işte. Hayat da böyledir. Yıllarca çalışıyorsun, para biriktiriyorsun, insan biriktiriyorsun, ev, araba ve gereksiz bir sürü malzeme biriktiriyorsun. Fakat “Her an ölebilirsin” gerçeği gözünün önündeyken dönüp bakmıyorsun bile. Kanser olmadan, yatalak olmadan veya bir uzvunu yitirmeden ucuzluğunu göremiyorsun hayatın. Âdem de böyle yapmadı mı zaten? Ne kadar ucuz olduğunu, ilk ve tek hatada görmedi mi? |
Hayat; ölüme yakın olunca trajik, yakın hissedince komik gelir. Çünkü kanser de olsanız, sayılı gününüz de kalsa, hatta can da çekişseniz, sağlıklı birilerinin ölümünü seyretme ihtimaliniz hep vardır. Anlayacağınız sayın seyirciler, sadece bu açıyı yakalayanlara komiktir hayat. |
Gün içinde doğru veya yanlış şeyler yaparsın. Çünkü mecbursun. Bunların yarısını bilerek, yarısı da bilmeyerek olur. Ancak mutlaka olur. Tabii dahası var. Ertesi gün bu yanlışlar, doğru ve doğrular da yanlış olabilir. Bu durum kişiye göre değişir. Adına da “Adamına göre muamele” denir. Bazı durumlarda, bir düşüncenin doğru olmaması, aynı zamanda yanlış olması anlamına gelmediği gibi çoğu durumlarda da bir davranışın yanlış olması, aynı zamanda doğru olması anlamına gelebilir. Bu iki durumu da her zaman karakterin belirler. Adına da “Bakış açısı” denir. Adamına göre muamele; “Yanlış” davranışı, “Gerekli” hale getirebilirse, toplum, bunu “Doğru” kabul eder. Ancak bakış açısı da toplumun “Doğru” davranış dediğini, “Gereksiz” durumda sergiletip tekrar sunabilirse, “Yanlış” kabul ettirebilir. Yani ne kadar adamına göre davransan da doğru ve yanlışı sadece bakış açısı esnetebilir. |
Acı, bir kap yemek gibidir. Bitmesi için dibini sıyırman gerekir. Çünkü dibine kadar çekmediğin acıyı sürekli ısıta ısıta önüne koyar hayat. İnsan yapımı oyunlarda bile bir level bitmeden diğerine geçilmez. Yani dünyayı bir fırın, acıyı da sıcaklık olarak düşünürsen, pişmeden o tabağa konmak yok aga. Bilirsin, yemek yanmadan pişmez, insan da acımadan! |
Tanrının; iyi şeyleri, hak ettiğin için değil de kaybetmen için verdiğini unutma. |
Hastalandığında sabaha kadar başında beklediğin biri, gün gelir en hastalıklı yerinden vurmaz mı seni? |
A, B, C, D ve E vitamini önemlidir değil mi? En bilindiği C vitaminidir ama. Eksikliği de en fazla “Ne yersem yiyim kilo almıyorum ya” demeni sağlar. Bazı insanlar da böyle. Yokluğunu en fazla, kış ayında hava durumunun azizliğine uğrayıp ince ceket giydiğinde fark edersin. A ve D vitamini de öyledir. Fakat E vitamini dost gibidir, varlığında değil yokluğunda değeri bilinir. Bunların yanı sıra B vitamini gibi olanların eksikliği bir süre kalbini ağrıtır. Ancak insanoğlu ***tir. Yenisini bulur hemen. Neden bahsettiğimi anladığınızı düşünüyorum? |
Ben, K vitamininin yokluğunu hissediyorum uzun zamandır. Bunu da her sabah kalktığımda işerken somut olarak görüyorum. İnsan, tuvalette rahatlamayı hisseder, fakat ben, orada bile kan kaybediyorum. |
Bu kanı kaybetmemi ne sağlıyor, biliyor musunuz? Çok fazla inanmam. K vitamininin fazlası gibi. Damarlarım tıkandı. Devam edemedim. Önce kendimi yırttım, sonra inanç damarlarımı. Şimdi eksikliğin fazlasını yaşıyorum. Her şeyin fazlası zarar da eksikliğin fazlası ölümden beter. Hatırlıyor musun; yumurtanın sadece sarısını yediğinde annen çok kızardı? Çünkü bilmezdi, K vitamininin ne işe yaradığını. Ben de inandığımdan yara almasaydım bilemeyecektim içinde çırpındığım boşluğu. Bu dünya, sana, bana, onlara, ne verirse geri alacak. En son da canını alacak. Hem de ağzını kapatarak alacak. Gözlerinin önünde alacak. Süt dişlerinin dökülmesi gibi olmayacak ama! |
Tribünde bir sürü kültür vardır. Ancak en çok bilineni üç tanedir. Casual, Ultras ve Semt. Tribün dergi başta olmak üzere bütün futbolla alakalı fanzin ve dergi türevlerinde daha kapsamlı öğrenebileceğin bu kültürleri, bildiğim kadarının özetini çıkarmaya çalışacağım. Neyse başlıyorum. Casual kültürü, tamamen bireyseldir. Yani Casual’e yakın hisseden kişi, tuttuğu takımın taraftarlarından kendini ayrı görür. Bunu da giyimiyle yapar. Zaten Casual, günlük giyim anlamına gelir. Ancak kültür olarak bu giyim biraz farklıdır. Pahalı giyinmeyi gerektirir. Çok pahalı. Anlayacağın Casual, zenginleri temsil eder bir bakıma. Çünkü Casual’in büyük bölümü iş adamıdır en kötü. Yani farklarını bu şekilde belli ederler. Tabii sadece kendi tuttuğu takımın taraftarından değil, her taraftardan farklı görürler kendilerini. Örneğin, West Ham - Roma maçı varsa o gün ve maç da İtalya’daysa, İngiltere’den deplasmana gidecek olan West Ham Casual’i, İtalya’daki Roma Casual’inden farkını, o günkü maça giyeceği elbiseleri göstererek ortaya koymaya çalışır. Modern futbolun sapladığı en iğrenç şeylerden birisi de budur: kavga kavramını maddiyata indirmek. Her neyse. Casual kültürünü benimseyen kişi, kendi ülkesinin en pahalı markalarını giyinir. Atıyorum, İtalya’daki birey, Stone Island dışında giyinmez. Türkiye’de de buna karşılık Mavi’dir. Ultras ise bireyci değil toplumcudur. Şöyle benzetirsem, Ultras kale arkasıysa, Casual Maraton. Ultras, tribünün geneline hükmeder. Ancak Casual ile Ultras, taraftar kavgalarında birbirinden ayırt etmek zordur. Çünkü bu iki kültür de kavgalarında ya zarar verirler ya da öldürürler. Onun için de ya sopa kullanırlar ya da silah. Gelelim Semtçilere. Bu arkadaşların kimseye eyvallahı olmaz. Tek dertleri tuttukları takımdır. Hep takım ürünlerini giyinmeyi tercih ederler. Casual ve Ultras, kendilerini gizlemeye önem verirken Semtçiler, kendilerini göstermeyi severler. Buradan da kaybedecekleri hiçbir şeyleri olmadıklarını anlarsın. Semti, diğer iki kültürden ayıran özelliklerden biri de kavgalarında bıçak kullanmalarıdır. O nedenle bol giyinmeyi severler. Sebebi de kullandıkları bıçakların en küçüğü pala olduğu için, emanetlerini elbiselerinin içine soktuklarında, ne kadar az belli olursa o kadar iyidir. Gerçi tek sebep o değildir. Sinyal için de bol giyinirler. Ayrıca buradan da yola çıkarsak, modern futbolda Casual ve Ultras, ceza almaz, cezayı genelde Semtçiler alır. Bunların dışında şehir efsaneleri de vardı. Mesela Semt hariç diğer iki kültürün elemanları, polisin gözüne batmamak ve rakip takım taraftarının arasına sızmak için, saçlarını üç numara kestirip hafif uzun kirli sakal bırakırlar, siyah polar, siyah eşofman, beyaz Adidas ayakkabı giyerler gibi. Gerçi bizim infaz timi olan BH, bu efsaneye uyuyor. Sonra adını Boys Of Hell olarak değiştiren grubun adı, şimdilerde takımdan tek bağımsız oluşum haline getirilip aslanın üstü anlamına gelen ultrAslan oldu. Fakat her zaman tek gerçek vardır, tribün. |
Eskiden. Çok eskiden, nefret ettiğim herkesin ölmesini istiyordum. Çünkü ölmeleri halinde hayatımın daha iyi olacağını düşünüyordum. Olmadı. En çok nefret ettiğim insanlardan birinin cenazesindeyken dişimi sıkmıştım ağlamamak için. O kadar sıkmıştım ki, dudağımı kanatmıştım. Sanki etrafımdaki herkes, bin kere ölmek istemişim de bir kere izin vermemişlerdi. Öyle sıkıyordum kendimi. Çünkü oradan çıktığım andan itibaren geberene kadar acı çekeceğimi düşünmüştüm. Yani güzel kardeşim, hayatım yanan bir evdi ve ilk kurtarılacak şeyin kendim olamaması gerçeği beni üzmemişti. Bu gerçeği, ölmesini en çok istediklerimin mezarının başında ağlamamak için kendimi sıkarak bilmek üzmüştü. |
Reklamlarda genelde sürekli gülen insanları kullanırlar. Ve o insanlar; tanıttığı halde faydasına inanmadığı ürünleri, bizlere mükemmel derecede anlatmaya çalışırlar. Al sana, Tanrı-Peygamber-Kitap-Dünya denklemi! Mutluluk yok kardeşim. Mutlu insan senin olduğun yerde Tolga Can. Hud suresinin 108’nci ayetinde yazıldığı gibi. Mutlular onun cennetinde. (11/108: Ve emmâllezine suidû fe fil cenneti...) |
Küçükken düşündüğüm şeylerden biri, “Allah'ın bozuk verdiği insanları doktorlar düzeltebilir de neden bizim bozduğumuz insanları O düzeltemez?” sorusuydu. Bak cidden samimi bir soruydu bu benim için. Çünkü dişlerim yamuktu biliyorsun. Ortodontide yapılıyordu en bozuğu bile. Bacak mesela. Doğuştan yamuksa ortopedi bölümünde fizik tedavi yöntemiyle düzeltiliyordu. On bir on iki yaşlarımda bunları düşünüyordum. Şimdi ise kafama kaval kemiğiyle vuruyorlar gibi hissediyorum. Çünkü sahte paralar, sahteliği belli olana kadar harcanabilir. Bizlerde tam tersidir bu durum. Yani insanlar da neye karşı daha insan olduğunu belli ettiği anda harcanabilir. Harcamak ve harcanmak. Veba ve heba. Bizim çağımızda her şey iç içe geçmiş durumda... |
İnsanı duyguları şekillendirir. Nefret ne kadar ağır olursa, o kadar kolay benzemeye başlar. Ben neyden nefret etsem bir zaman sonra onun gibi oluyorum. Belki de zamanın tamamen ironiden oluşan şakasıdır bu. Bilinmez. Her neyse, bir insanla konuşuyorsun ve hemen ısınmaya başlıyorsun. Her şey mükemmel giderken, bir anda şu soru mızrak gibi saplanıyor aklıma; “Acaba herkesle benimle konuştuğu gibi mi konuşuyor?” Evet anasını satayım, aynen öyle oluyor. Herkesle aynı şekilde konuşuyor. Herkesle! Belki izin verirlerse daha fazlasını konuşuyor ama emin ol, aynı cümleleri bir sürü insana kuruyor. Belki benden önce de başkalarına aynı şeyleri söylemiştir, ki kesinlikle söylemiştir. |
Yemhûllâhu mâ yeşâu... |
“Hayat bir filme benzer” derler ve yanılırlar. Çünkü filmlerin baş kahramanı ölünce, film biter. Ancak hayatınızdaki baş kahramanlar ölürse, hayat, mecburen devam eder. Hayatın da farkı buradadır işte; kahramanlar ölür, aman film hiç bitmez. |
Geçmişi kabullenmek kişiye göre zor veya kolay, ama değiştirmeye çalışmak herkes göre imkânsız. Eğer bir insan, geçmişini utanmadan anlatabiliyorsa, bil ki onu değiştiremezsin. |
Bir saniye sonra tüm hayatınız mahvolabilir. Eğer bana inanmıyorsanız, her geçen saniye anılarınızın boğazınızı sıktığını fark etmiyorsunuz ve hayatımızın yalnızca mahvolma anını en ince ayrıntısına kadar anlatabileceğimizi göz ardı ediyorsunuz demektir. Böylelikle de anılarımızın rap şarkıları gibi olduğunu ama sadece kötü olanların nakarata denk geldiğini, yani daha yavaş ilerlediği gerçeğiyle henüz yüzleşmemiş oluyorsunuz. Ben, bu dediklerimi fark ettiğimden beri iki saniye arasında gidip gelen ömre saplanmış bir bıçak gibi çıkarılmayı bekliyorum hayattan. Sanırım tren yolculuklarını da bu yüzden seviyorum. Çünkü gideceğim yere en az iki saat geç varıyorum. Bu iki saat farkında da telefonumu kapatıyorum. “İki saatim var” diyorum, “İki saatim var hayatımın mahvolmasına.” Rötar varsa, daha çok zamanım var demektir. Aslında ben de kötü anılarımı katlediyorum sadece. Hem de üstte söylediğim rap örneğinin tersine, sevdiğimiz şarkıların ilk önce nakaratını ezberleriz gerçeğine tutunarak. Gerçi babam, “Nefret ettiğimiz şarkıların nakaratını daha çok mırıldanırız” derdi. Harbiden doğru. Peki siz bunu yaşadınız mı? Evden her çıktığınızda o garip duyguyu yakaladınız mı? Evet, o andan bahsediyorum. Sokağın ortasında, yanınızdan geçen arabanın “Kıl payı” dedikleri mesafeyle yasak ilişkiye girdiğiniz ölüm-kalım olayının rutin hale gelmesinin başlangıcından... |
Çok fazla hedef ama kullanabileceğim tek mermi var. Ömür dediğimiz kavram, hayat silahından çıkan merminin gidebileceği mesafededir. Peki, ben, ne yapıyorum; o merminin olduğu silahı kafama dayayıp, kahkahalar eşliğinde, patlamasının nedeni olmaya çalışıyorum. Ve ben, Rus ruletinin heyecansız olanıyla izdivaç halindeyken, şu gerçek vahiy gibi iniyor ruhuma; bazen kendi elinle doldurduğun silahı, dayadığında kafana, yüzünde çıkan sivilceden daha kolay sıkarsın... |
Bilgi, asla iyi bir şey değildir. Eğer insanlara düşünmesini öğretirsen iyiliği yok edersin. Çünkü düşünce, içgüdüsel yapılan şeyleri yok eder. Ve unutma, içgüdüsel olarak sadece duygularınla hareket edersin. Ne demek istediğimi doğaya bakarak anlayabilirsiniz. |
| Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 00:26. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Copyright ©2019 - 2025 | IRCRehberi.Net