![]() |
Cehennem; bazen, biraz da olsa tanıdık geliyor mu hiç? (Bunu nereden biliyorsun, diye sorduğunuzu duyar gibiyim) Ne garip değil mi? Doktorum beni zararsız hale getirmek için, ailem tekrar düzelmem için ve şu an da tedavi yöntemim olan kanser hastası da umudumu kaybetmemem için çalışıyor. Bense bunların aksine cehennemin en dibi için zirve planları yapmakla meşguldüm. En iyisini yapamıyorsam, çektiğim acının ne önemi olabilir ki? Şu ana kadar söylediklerimle, insanların benden sadece çekindiğini gözlemledim. Bunun tek somut örneği ise cümlelerini seçerek konuşmalarıydı. Fakat zaman ilerledikçe bunlar bana yetmemeye başladı. Çünkü bu durum, körler ülkesinde, çırılçıplak dolaşmaktan farksızdı benim için. Ayrıca bana sorarsanız, umut; kesinlikle hastanede icat edilmiş olmalı. Özellikle onkoloji biriminden firar etmiş bir hastanın icadı olduğunu düşünüyorum. Eğer böyle düşünmeseydim, karşımda oturan ve saç diplerine kadar her bölgesinden kanseri yendiğini avaz avaz bağıran, Miray ismindeki orta yaşlı kadının, bana bunu entegre etmeye çalışmasının başka bir açıklamasına inanasım gelmezdi. Kanseri yenmek nasıl bir duyguydu acaba. Her defasında acıkacağını bildiğin halde tıka basa yemek yemek gibi bir şey miydi? Ağzından burnundan kan dökülmesine rağmen görmezden gelmeyi nasıl başarıyordu, çok merak ediyordum. Saçlarınız dökülürken geleceğin iyi olacağını nasıl düşünebilirsiniz? |
Tanıdığım, inandığım ve güven duyduğum herkes, beni bir şeylerle tehdit etti hep. Ailem reddetmekle, arkadaşlarım küsmekle, sevgililerim terk etmekle, öğretmenlerim sınıfı tekrar ettirmekle, merhametli Tanrı'm ise cehennemle... Nedenini bilmiyorum fakat bu durum her defasında daha az canımı yakıyor. Sonrasında çektiğim acı, yerini gülümsemeye bırakıyor. Benim deli olduğumu düşünebilirsiniz ama unutmayın ki; asıl delilik, başkasının fikirlerine uyabilmek için çırpınarak yaşamaya devam etmektir. |
İnsanlar, sürekli bir şeylerle meşgul olurlarsa düşünmeye zamanları kalmaz. Özellikle doktorlar. O nedenle, doktorlar ettikleri yemini bile düşünemeyecek kadar meşguller bence. Bunun da tek sebebi, hastalar olmalı. Hangi doktor ölümlere aldırış ediyor ki zaten? |
Şizofreniyi oynamanın en güzel tarafı da, insanlar; Şeytan olduğunuzu bile bile her anlattığınıza ilah gibi kanmaları ve sizden beklentileri olmadığı halde yardım etmeye çalışıyor gibi görünmeleridir. O kadar çok çabalarlar ki; kendine indirilen kitabı, hiçbir peygamber böyle inandırmaya çalışamaz. İşte o an şunu fark edersiniz; sizin yarattığınız sanrılarınız, onların göstermeye çalıştıkları insanlıklardan daha gerçekçidir. Fakat ben ruh hastası değilim. İnsanları bilirsiniz, en çok da kendinizden yola çıkarsanız bu konuda hiç zorluk çekmezsiniz. Ruh hastası olmadığımı kanıtlamak için insanüstü çaba sarf ettim ben, hiç kimse inanmadı. Tam tersini kanıtlamak için ise sadece yalan söyledim. Bunları yaparken aklıma sadece matematik ve fizikten hiçbir zaman kurtulamayacağım geldi. Garip görünebilir lakin formül değiştirerek sonuca varmanın daha iyi örneğini kimse veremezdi sanırım. Çünkü inanmanın ötesinde korkular kazandım. |
Ömrümün sonuna kadar böyle olacak. Birilerine ne kadar değerli olduğunu göstermek için ya ölmem gerekecek, ya da öldürmem. Çünkü sadece ölüm karşısında bir açıklama yapmak anlamsız kalıyor. Çünkü ölümün telafisi yok. Çünkü ne yaparsan yap insanlar ölüm karşısında iyi niyet aramıyor. Çünkü ciddi olduğumu göstermem için ölümcül bir hastalık gibi davranmam gerekiyor. |
İnsan, kendine acı veren hiçbir şeyden kurtulamıyor. Bilirsiniz, acı, ruh ile beden arasındaki tutkaldır. Hatta öyle ki, ruh ve bedeni yapıştırmakla kalmaz, insanı kadere, hayata ve dünyaya yapıştırır. Yani acıdan daha iyi bir yapışkan bulamazsınız. Fakat ben deniyordum. Acıyı hafifleten veya görmezden gelmeyi sağlayan tek şey günahtı benim için. Bu nedenle içimdeki herkesle savaşıyordum. Ama insanlara yapmadığım şeyleri anlatmak sadece onları rahatlatıyordu. Evet, rahatlıyorlardı. Bunu fark ediyordum. Beni rahatlatan şey ise korkularıydı. Korkularını kazanmıştım. Tek istediğim; geceleri tek kalamayacak kadar korkmalarıydı. Doğrusunu isterseniz hiç bir şekilde yalnız kalmalarını istemiyordum. Çünkü Tanrı'nın yalnızlığı bana ait olmalıydı. Bunu basit bir ipotek gibi düşünmeyin sakın. Her neyse. Bu durumda sadece tek bir duygu kazanırken ya da gasp ederken, her seferinde başka bir duyguyu da beraberinde yok ediyordum. Bunun nasıl bir haz olduğunu kelimelerle anlatamam. |
Tehlikeli olmak, tehlikeli görünmek kadar korkunç değilmiş. |
Kovulduğu cennete yılanın ağzından bile girebilen Şeytan, senin içine mi giremeyecek? |
Psikopatlıkla cesaret arasında sadece et parçası vardır. Bunu aşmak için ilk önce kendinize zarar vermeniz gerekir. Ufak çaplı şeylerle başlar ve profesyonel dokunuşlara kadar ilerleyebilirsiniz. Yeterli tekrardan sonra, bunun insanlar üzerinde nasıl durduğunu merak etmeye başlarsınız. Birini kesmek... Birinci sınıf herhangi bir tıp öğrencisinin otopsi yapması gibidir. Her neyse. Sadece bir kez ne kadar ciddi olduğunuzu gösterebilirseniz, insanlar artık her söylediğinize şüphe sızdırmadan inanır. Tek sefer yeter. Somut bir örnek, milyonlarca kurguya yol açar. Yani gerisi düzmece de olsa fark etmez. Kimsenin, bırakın yapmayı, aklına geldiğinde dahi canının yanacağı bir şeyi yaparsanız, işte o zaman sizin yapmadıklarınız için bile önlem alamayacaklarını düşünürler. Buna kabullenme diyorum ben. Ne demek istediğimi anladınız mı? |
Eğer bir işiniz, eviniz, aileniz ve sigortanız yoksa yapacağınız tek şey suçlu olmaktır. Hapishanede bunların hepsi mevcuttur çünkü. Ama tüm bunlara sahipseniz ve hâlâ yalnız hissediyorsanız yapabildiğiniz tek şey ilgi görmeye çalışmaktır. Bu sayede kendinizi tatmin edersiniz. Çaresizliği oynayarak zirveye ulaşabilirsiniz. Tüm bunları başkalarının sizi fark etmesi için, kendinizi aklamak için, hatta bir anlık rahatlık hissi için yaparsınız. Gücünüzü arttırmak için, intihar dâhil her pisliği yapabilirsiniz. İşin garip tarafı, bunları yaparken düşünmezsiniz. Ben neden böyle bir şey yapıyorum, diye sormazsınız kendinize. Bu durumu artık çok iyi biliyorum. Deneyin isterseniz. Haklı olduğumu göreceksiniz. Aslında bakarsanız bunların hepsini bir hastanenin ranzasında, gözlerimi kapatıp açma mesafesindeki o içsel konuşmalara şahit olurken fark ediyorum. Bunu şu an koltuğa yaslanırken de fark ediyorum. Ve inanın bana, içinde çırpındığım durumun acizliğini ortadan kaldıracak hiçbir tedavi yöntemi yok. Çünkü geç kalınmışlığım ve jiletten daha keskin olan erteleyişlerim yüzüme bir üvey anne zalimliğiyle acımasızca vuruyor. Sırtıma sarılan koltuğun soğukluğu ise Tanrı'dan daha yalnız olduğumu fısıldıyor iç organlarıma. |
Ne siz peygambersiniz, ne de ben günahkâr. |
Sizler bana günah işlemişim gibi davranıyorsunuz. Oysa ben, sizin yapmaya cesaret edemediğiniz her şeyin ta kendisiyim. Ben günahkâr değilim, günahım. |
Evet, ben bir katilim. Gerçek bir katil! İnsanları, düşüncelerimi cümleye dökerek öldürebilirim. Bunu yapabilirim. Bana fırsat verin. Sadece bir kere! Tek konuşmalık zaman diliminde dünya nüfusunu yarıya indirebilirim. Bunu yaparım. Çünkü kanseri yenen birini bile bu şekilde öldürdüm. Hatırlıyor musunuz; kimsenin, bırakın yapmayı, aklına geldiğinde bile canının yanacağı bir şeyi yaparsanız, işte o zaman sizin yapmadıklarınız için bile önlem alamayacaklarını düşünürler. Buna kabullenme denir. Ne demek istediğimi anladınız mı? |
Bu dünyada her şey planlıdır. Tanrı, her şeyi planlar önceden. Sen buna kader dersin. Eğer kaderin dışına çıkmaya çalışırsan kazalar başlar. Kaybetmek başlar. Ve fark etmeden kader çizgisine dâhil olursun. Peki, bunu başarırsan ne olur biliyor musun? Ölürsün. Ve hiçbir ölü yalnız değildir. |
Yalnız kalmak mı istiyorsun? O zaman herkesin ama herkesin doğru kabul ettiği bir şeyi bul ve onu inkâr et. |
İnsanoğlu unutmak için çabalar. Unutmaya çalıştıkça hasta olur, ama hatırladıkça ve hatırlamaya başladığı zaman çektiği acı ile unutmaya çabaladığı andaki acının birbirinden çok farklı olduğunu hissettikçe ve zaman ilerledikçe aslında hiç acı çekmediğini fark ettikçe düzelmiş olur. Öyle varsayılır. Çok mu karmaşık oldu? Anlamadınız mı? Yani diyorum ki; dünyanın en mutlu ve en çaresiz hastaları Alzheimerlardır benim için. Halk dilinde bunama da denir. Yine mi anlamadınız? Boş verin. |
Göğe yükselmek için ya Mesih olacaksın, ya işkenceye maruz kalacaksın, ya da en iyi ihtimalle ölmüş olacaksın Sami! Fark ettin mi, hangisini seçersen seç sonuç aynı oluyor. |
Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi. |
Hastanede gelecek zaman diye bir şey yoktur. Geçmiş zamanın tekrarı vardır. Şöyle düşünün, teybe kaset koyarsanız, kaset sadece içindeki parçaları çalar. Başa dönersiniz. Sürekli ve sürekli! Fark ettiniz mi; bilmiyorum ama doktor, hasta, tedavi ve hastane dörtlüsünü anlattım verdiğim örnekte. Siz istediğiniz yere yerleştirebilirsiniz bunları. Her neyse. Hastanede kalma süreniz mide bulandırmaktan öteye sıçramayı başarırsa eğer gereğinden fazla şeyi fark etmeye başlarsınız. Özellikle görmezden geldiklerinizi ve hatta daha önce hissedemediğiniz duyguları bile fark edersiniz. Bunlardan birisi de alışma süresidir. Sevdiğiniz ve sevmediğiniz iki duygu arasındaki zamana “alışma süresi” denir. Ve insan, sevmediği şeylere daha çabuk alışır. Buna “mecburiyet yokuşu” denir. Sevdiğiniz şeylere alışma mesafesine ise “nevrotik düzlük” denir. Şaşırdınız mı? |
Zaman ilerledikçe ve anlattığım şeyler çoğaldıkça fark ediyorum ki, istediğimi sandığım her şey, kurtulmaya çabaladığım şeylerden sadece bir tanesi. Burada davranışlarımı insanlar belirliyor ve anlatmak istediklerim onların duymak istediklerine dönüşüyor. Hem nefret ediyorlar, hem de seviyor gibi görünmeye çalışıyorlar. Evet, nefret ediyorlar. Çünkü korktukları şeyleri yaptığımı zannediyorlar. Dürüst olmam gerekirse bana kaçış yolu bırakmadıklarını göremeyecek kadar nefret ediyorlar. Evet, eğer olayın özüne inecek olursak, aslında hiçbir şeyi isteyerek yapmıyoruz. İçimizden gelen duygu ile göstermeye çalıştığımız davranış arasındaki yolda sıkışıp kalmış durumdayız. Buna “ahlak” deniyor. Fark etmediniz mi? |
Şu anda durduğum noktadan baktığımda, benimle, kendim arasındaki mesafede kaç insan var biliyor musun? Elbette bilmiyorsun. Kendime ulaşana kadar öldürmem gereken bir ülke dolusu insan var, ama sen beni sürekli meşgul ediyorsun. |
Karanlık geceyi örter, geçmişi değil! |
Henüz hiçbir şey bitmedi. Siz bu başlığı okurken ben hastanede tedavilere tam gaz devam ediyor olacağım. Dışarıya ait hiçbir hayalim olmamasına rağmen umutla çıkış kapısı arıyorum. Çünkü hayal kırıklıkları ile girdiğim bu yerden ancak umutla çıkabilirim... |
Yasakları aşmanın sebebi, hayatımızın başkaları tarafından kontrol edilmeye çalışıldığını fark etmemizdir. Fakat bunun özünde özgürlük yatar. Yasakları aştıkça özgür olduğumuzu düşünürüz. Peki, yasakları aştıkça özgürlüğümüzden verdiğimizi hiç düşündünüz mü? Yani yasağı koyan veya koyanlar aslında bunu yapmamıza sessiz kalarak bizden kurtulmuş olamazlar mı? |
Güven, en devasa yapıttır. Bazen, bir insanın başka bir insana böyle şeyler inşa etmesine hayranlık duyuyorum. İnanın bana. Bu yapıtın yıkılışına hiç şahit oldunuz mu? Evet, mi? Ben altından sağ bile çıktım. Çünkü nefes alıyorum. Sadece nefes. Nefes çok önemlidir. Hâlâ kurtulamadığımızın göstergesidir. İnsan, bazı şeyleri öğrenmek istemez. Daha doğru bir ifadeyle, dürüst bir yalan, en keskin doğrudan daha iyi gelir kulağa. Güven, kimi zaman yeni düşen süt dişinin bıraktığı boşluk gibidir. Öylesine masum, öylesine kanamalı. Yeni boşluğun dolması için yapmanız gereken tek şey; hiçbir şekilde oraya (Yara) dokunmamaktır. Güven ve hayal kırıklığı, aynı sokakta ama farklı kaldırımlarda yürürler. Bazen, yalan olduğunu bildiğiniz halde inanmış rolü yaparsınız. Hepimiz yapmışızdır. Eminim, şu anda bile yapanlar vardır. Sonra da inanırsınız. Bir zaman sonra da bu garip duruma alışmaya başlarsınız... |
Yâ eyyyuhâllezîne âmenûctenibû kesîran minez zanni, inne ba’daz zanni ismun, ve lâ tecessesû ve lâ yagteb ba’dukum ba’dâ(ba’dan), e yuhıbbu ehadukum en ye’kule lahme ahîhi meyten fe kerihtumûhu, vettekullâhe, innallâhe tevvâbun rahîmun. (Hucurât 49/12) |
Bazen, körü körüne inandığım şeyler oluyor. Sonra, bu durumun Tanrı'yla bir alakası var mı acaba, diyorum. Cevap veremiyorum. Hadi inkâr edelim! |
Benim anılarım yok, yaralarım var. Sorulduğu yerden bir bakire gibi kanayan! |
Etrafınızda; “Benim için çok değerlisin”, diyen insanların sayısı ne kadar fazla ise, o kadar ölüme yakınsınız demektir. Çünkü insan oğlu, en iyi değeri sadece ölüye verir! |
Öldükten sonra mezara konulmanın en kötü yanı nedir biliyor musunuz? Yaşarken gerçek yüzünü gördüğümüz onca arkadaşınızı, akrabalık kelimesinden bihaber olan yakınlarınızı, en önemlisi de üzerine dikilen insanlık giysisini doğumla yırtıp atmış olan sözde dostlarınızı, belki ilk ama son kez ve bir araya gelip etrafınızda toplanmalarına katlanmak zorunda olup, sahte bir acıyla sizi uğurlamalarına sessiz kalmanızdır. İşin en mide bulandırıcı tarafı ise; bu iğrenç durumun, bir gün herkes için geçerli olabilme ihtimalidir. Biliyorum, ölüm veya ölmek trajik bir durum gibi görünse de aslında kurtuluştur bir bakıma. Acı bitiyor, anlık ve gerçek bir acıyla hem de. Acının, acıyla bitmesi kulağa hoş gelmiyor farkındayım ama doğru şeyler hep böyledir, can sıkar. En büyük hayal kırıklığın nedir, diye sorsalar, doğmak derim. Doğmak. Çünkü diğerleri onu takip ediyor sadece. Hiçbir şey doğum kadar sancılı olamaz. Bunu annenize sorun. Gidip bunu yapın. Neyse sözü uzatmadan; asıl acı ya da gerçek acı, her sabah nefes alarak uyanmaktır. Çünkü her yeni gün, yeni bir doğum sancısı demektir. Yeni bir ıstıraba merhaba demektir. Eğer haksız olduğumu düşünüyorsanız, mezara konulmakla ilgili olan kısmı tekrar okumanızı istiyorum. Ya da inkâr edelim! |
Çektiğin acılar, azâzile kafa atan besmele kadar sert olabilir Sami. Fakat kalbi kırık insan oğlu, burnu kırık azâzilden çok daha tehlikeli olacaktır, unutma. |
Hırsınızı bırakmayı ve ondan kurtulmayı deneyin. Ve bunu ilk denemenizde halletmeye çalışın. İkinci bir şansınız olmayabilir. Neden mi? Çünkü hiç kimse ölümsüz değil. Siz de öyle. Her şeyden önce bunu kabullenin. Her saniye ölümü düşünün demiyorum ama her uyandığınız sabah, o gün içinde ölebileceğiniz gerçeğini kabullenin. Sevdikleriniz sizi terk etmeye başlamadan önce bunu kabullenin. Ve eğer Müslüman'sanız, duyduğunuz her sala sesinde bunu kabullenin. Çünkü kayboluşunuzu seyretmek için yaşamaya devam edeceksiniz. Çirkinleşene kadar kaybettiğinizi seyretmeye devam edeceksiniz. Sanki fazlasıyla çirkin değilmişsiniz gibi. Fazlasıyla çirkiniz, çünkü hepimiz masum rolü yapıyoruz. Aslında ne istediğimizi çok iyi biliyoruz fakat istediğimiz şeyler ahlak dışı olduğu için nefret ediyor gibi gösteriyoruz. Zaten bu tip şeyleri kusursuz yapıyoruz. Pisliğimizi örtmeyi kusursuz yapıyoruz. Hatta pisliğimizi örtmek için daha büyük bir pisliği kullanma işini kusursuz yapıyoruz. Bunu hepimiz yapıyoruz. Hadi inkâr edelim! |
Ortalama bir ömrün ilk çeyreği inkârla geçer. Son çeyrekte inkâr yerini kabullenmeye bırakır. Çünkü inanç zorunludur. Çünkü ölümü düşünmek için istemediğiniz kadar zamanınız vardır. İnanmaktan başka seçenek yoktur masada ve inanç ana yemektir. Diğer seçenekleri ya da menüyü kontrol etmeni ölüm korkusu engeller. Kendinizi herhangi bir şeyler korkutursanız teslimiyetten başka bir seçeneği göremezsiniz. Durmayın, deneyin isterseniz. Hadi inkâr edelim! |
Birilerinin ölümü bizi etkiliyor. Etrafımızdakilerin ölümü bizi rahatsız ediyor. Çünkü sadece ölümü seyrederken gerçek olduğunu düşünüyoruz. Çünkü ölüm haberi alana kadar ölümü düşünmüyoruz. Çünkü o lanet olası sıranın bize gelebilme ihtimalini sadece o an düşünüyoruz. Hadi inkâr edelim! |
Hiç kim olduğunuzu unutmak istediniz mi? Her masalda, hikâyede, romanda ve öyküde kahramanlar ölümsüz gibidir. Gerçek hayatta ise ilk önce asıl kahramanlar ölür. Bunu biz yaparız. Sonra nefes alamadıkları halde yaşamaya mecbur bırakırız. Herkesin terk ettiği kahramanı vardır. Herkesin gerçek bir hikâyesi de vardır. Anlatamadıkları gerçek, anlattıkları kurgu, yani gerçek dışıdır. Bazen performansa göre gerçeğe yakın olabilir. Fakat bizler kurguyu severiz. Gerçek, basittir. Zor söylenir. Hepimiz, kendi yarattığımız hikâyelerdeki kahramanların savcısı ama kendimizin avukatlarıyızdır. Bunun kanıtlarından birisi de, kötü biten bir ilişkidir. Kötü biten bir ilişkide ya da biten her ilişkide kimse suçlu olduğunu kabul etmez. Çünkü insanlar kendini savunma konusunda kusursuzdur. Suçlu aynada yüzümüze gülümser ancak çok iyi bir şekilde gizlenir. Gizleriz. Suçu ispat edilene kadar kimse masum değildir. Bu benim düşüncem. Kimse masum değil. Hiç kimse. Çünkü hiçbirimiz, pamuk prenses için kafasını feda eden cellât kadar masum değiliz. Aynı prenses için bir hayvanın kalbini sökecek kadar sadist değiliz. Sadistlik konusunda daha fazlasıyız. Cennetten bahseder durur ve oraya gidecek kadar iyi olduğumuzu düşünürüz. Kötü olduğumuzu biliriz, fakat hâlâ cenneti hak ettiğimizi düşünürüz. Hatta o kadar kötüyüz ki; etrafımızdaki iyi insanları dahi kötü gösterebilecek kadar iyi rolü yapabiliyoruz. Başkalarını kötü göstermek için de şuna inanırız; “Çünkü kötülük yapmışsam, kesinlikle haklı bir sebebim vardır. Hele kötülük yaptığımız bir insansa, kesinlikle bunu hak etmiştir.” Buna beş yaşındaki bebeğe tecavüz eden insan da inanır, ruhunu şeytana satan da. Ancak gerçek bir hikâye mutlu sonla bitmez. Bunu hepimiz biliriz. Hadi inkâr edelim! |
Güvenin nedeni olmaz, neden varsa güven olmaz. Oldukça basit, öyle değil mi? |
Telesex numaralarını hiç aradınız mı, bilmiyorum ama oradaki hikâyeler genelde kurgu üzerinedir. Her şey sahtedir. Sahte olduğunu bildiğiniz halde orgazm olursunuz. Konuştuğunuzun kim olduğu hiç önemli değil. Çünkü karşılıklıdır her şey. Hiç tanımadığınız bir kadınla beraber olursunuz. Gerçek bir birleşmeden bahsetmiyorum. Aynı kadını her gün farklı bir hikâyenin içinde bulabilirsiniz. İşte bizler de böyleyiz. Farklı hikâyeler ama aynı insanlar. Farklı hayatlara aynı kurtarıcı olarak girdiğiniz ya da yolunda gitmeyen her şeyin dümenine aynı tip insanları getirdiğimiz olmuştur. Olacaktır. Sonra bunları yeni birilerine anlatacaksınız. Yeni birileri. Ve yeni birileri... Bizim hayatımız da böyledir. Eğer anlattıklarınızla davranışlarınız farklılık gösterirse kime birinci ağızdan çıkan hayat hikâyenize inanmaz. İnanır gibi yapar. Bu, sırf para kazanmak için inanmadığı davayı kazanan avukat işine benzer. Hayat hikâyeniz yalan bile olsa her defasında aynı performansı sergilemeniz gerekir. Anlattığınız hikâyeler ne kadar kötü olursa, etrafınızdaki insanlar da o kadar yakın olur size. Daha doğrusu anlattığınız insanlar. Çünkü herkes amaçsız dünyasında daha iyi hissetmek için, kendilerinden daha çirkin, daha kötü, daha bitik ve daha dibe vurmuş haldeki insanlara yakın olmayı ister. Tercih eder. İnandığınız kutsallarınız varsa, onlar bu durumun adına “Şükretmek” diyecektir, sizler ise “Sabretmek”. Çünkü bilinmezliğin koynundayken yarına çıkma isteğinizi sağlayan olgu böyle çark eder. Her neyse. Gizlemeye çalışıyor gibi yaptığımız şeyler aslında kurtulmaya çalıştıklarımızdır. Doğru zamanı geldiğinde ifşa ederiz. Bunu fark edilmek için yaparız. Aklanmak için. Kabullendirmek için. Kaçacak yerimiz kalmadığı için. Çünkü hayatınız anlattığınızdan çok unutmaya çalıştığınız hikâyelerden ibarettir. Tümüyle. Hadi inkâr edelim! |
Sevdiklerini kaybettikçe eksilir insan. Bunu en çok matematik yüzüne vurur. Çünkü büyük sayılar çıkarılırsa sonuç hep eksidir. |
Yüzmeyi bilmiyordum. Ta ki, kendi gözyaşımda çırpınana kadar! Boğuldum. Boğularak ölmeyeceğimi anladığım için öğrenmek zorunda kaldım. Sonra iç dünyama kulaç attım. İnsan, kendini keşfetmeye başlayana kadar çoğuldur. Keşfettikçe azalır. Ama bende tam tersi bir durum oldu. Ben keşfettikçe dibe vurdum. Her seferinde daha da dibe! Hiçbir mezar bu kadar derin olamaz. Ben kendimi bulmaya çalışırken başka suretler gördüm. Çok fazla insan vardı. Derine indikçe daha fazlası. Daha fazla. Midem bulanacak kadar fazla. Ama sorun yalnız olmamdı. İçimdeki milyonlarca sesi duymazdan, insanları da görmezden geliyordum. Kendimi saymazsak hiç arkadaşım yoktu. Çünkü kimseyle ortak bir özelliğim yoktu. Bazen, kendimden bile daha yalnızdım. Eğer Tanrı'nın durumu, benim kendime duyduğum rahatsızlıktan daha fazlaysa, intiharı neden yasaklamış olabilir? |
Bazen kendimi ölümcül bir hastalığa sataşmış gibi hissediyorum. Ölümcül bir hastalığı olan insanların tek sevdiğim tarafı, rol yapamamalarıdır. Dikkatli okuyun; yapmamaları değil, yapamamalarıdır. Kaçacak yeriniz yoksa dürüst olmaya çalışırsınız. Fakat bu bile sizi asla dürüst yapmaz. Çünkü hiç kimse, sürekli ölümü düşünmek zorunda olanlar kadar içten davranamaz. Davranmaz demiyorum. O haldeyken ne sözünüzü keserler, ne de sizi duyarlar. Her neyse. Konuşmanın sizi ve içinde bulunduğunuz durumu düzeltemeyeceğini anladığınızda susmaya başlarsınız. Bu hep böyle olmuştur. Cümlenin sonunu getiremeden ölme ihtimaliniz varsa eğer hiç konuşmak istemezsiniz. Evet, tam da bundan bahsediyorum. Fakat ben artık hiçbir şey duymak istemiyordum. Çünkü insanları dinlemekten sıkıldım. Her şeyi bilen, bildiğini zanneden insanlardan sıkıldım. İnandığı doğruları bile beceremeyen insanlardan sıkıldım. O nedenle, tıpkı kendi nefesimi kesmeye çalıştığım gibi kulaklarımı da sağır etmek istedim. Bu size saçma gelebilir ancak “Kimseyi, aynı şeyleri yaşamadan anlayamazsın” mesajını veren trajikomik fıkralarımızı hatırlayın. Başa dönersek; bazen, kendimi ölümcül bir hastalığa sataşmış gibi hissediyorum. Tek sorun, nefesim kesikken bile ölemiyor olmam. Bu durumda ikimiz de kazanamıyoruz. |
| Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 00:40. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.
Copyright ©2019 - 2025 | IRCRehberi.Net