IRCRehberi.Net- Türkiyenin En iyi IRC ve Genel Forum Sitesi

IRCRehberi.Net- Türkiyenin En iyi IRC ve Genel Forum Sitesi (https://www.ircrehberi.net/)
-   Türkülerimizin Tarihi (https://www.ircrehberi.net/turkulerimizin-tarihi/)
-   -   Bir Türkü Bir Hikaye (https://www.ircrehberi.net/turkulerimizin-tarihi/13377-bir-turku-bir-hikaye.html)

tugbu 04 Nisan 2020 11:09

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]


İzmir’in Kavakları
Yöre:Ödemiş Çakıcı Efe Ege Bölgesinde halkın dilinde dilden dile efsaneleşen bir kahramandır. Osmanlı’nın son zamanlarında devlet iradesinin iyiden iyiye kaybolduğu

Türkü Hikayeleri

Yöre:Ödemiş

Çakıcı Efe Ege Bölgesinde halkın dilinde dilden dile efsaneleşen bir kahramandır. Osmanlı’nın son zamanlarında devlet iradesinin iyiden iyiye kaybolduğu yıllarda (1800-1900) halk kendi kahramanlarını, kendi kurtarıcılarını çıkarmıştır. Kimileri bu boşluktan yararlanarak zalimlikler yapmışlar kimileri de adalet dağıtan güçlü yürekli halk kahramanı olmuşlar. Bu devirde Ege Bölgesinde’de Efelik çok meşhurmuş.

Çakıcı Efe de İzmir, Denizli, Aydın civarında hüküm sürmüş bir Efe’dir. O zamanlarda yaşadığı bölgede o kadar güçlenmiş ki Osmanlı ile egemen olduğu bölge konusunda resmi anlaşma yolları bile aramıştır. Çakıcı çoğu zaman dağlarda, kimi zamanda halkın yanına inerek zalimi durdurmuş, adalet dağıtmış, zenginden alıp fakir vermiştir. Bu sebeple halkın gönlünde de taht kurmuştur. Cesur hareketleriyle halkın gözüne girmiştir. Kimi zamanda düşmanla işbirliği yaptığı söylentisi çıkmışsa da halk onu hep sevmiş ona yapılan bu türküyle ismi ölümsüzleşmiştir.

SÖZLERİ

İzmir’in kavakları,
Dökülür yaprakları.
Bize de derler Çakıcı.
Yar fidan boylum
Yakarız konakları.

Servim senden uzun yok,
Yaprağında gözüm yok.
Kamalı aa zeybek vuruldu.
Yar fidan boylum
Çakıcı’ya sözüm yok.

tugbu 04 Nisan 2020 11:16

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]





Türkünün ortaya çıktığı zamanlardaki olaylar şöyle gelişir;

Rışvanoğlu adında zengin bir beyin güzel bir kardeşi vardır. Kız da evlerindeki uşak olan Öksüz Yakup’a tutkundur. İkisi zaman zaman dere kenarında buluşurlar. Bunu gören bey kızmış ve eve gelen dünürcülerden birine kardeşini verir. “Kızı kimseye haber vermeden bir hafta içinde alın götürün” der.

Bir hafta geçmeden dünürcüler kıza kına yakmaya gelirler. Bundan haberi olmayan Yakup misafirlere hizmet ederken misafirlerden birine “Hayrola yolculuk nereye” diye sorar. Kadın da O’na evin kızını almaya geldiklerini söyler. Bunu duyan Yakup ağlayarak evden çıkar. Giderken düğün evine eşya satmaya giden çerçici ile karşılaşır. Çerçici Yakup’a neden üzgün olduğunu sorar. Yakup’ta anlatır. Buna üzülen çerçici Yakup’a “Sen bana bir yer söyle, ben kızı senin yanına göndereyim” der. Anlaştıktan sonra düğün evine giden çerçici evde türkü söyleme bahanesiyle kıza sevdiğinin onu dere kenarında beklediğini söyler. Kız da bir yolunu bularak kına yakmadan önce bir bahane uydurarak geleneklere göre kına suyunu getirmek için dereye iner. Dere de Yakup ile buluşarak kaçarlar. Çerçici de ortalıktan kaybolur. Gidip Antep’te bir mağaraya yerleşirler. Zor şartlar altında yaşamaya çalışırlar.

Bir zaman sonra Kınalı Kız hamile kalır ancak hamileliği sırasında Yakup ölür. Etraftakiler Kınalı’ya yardım eder, bakarlar. Doğum yaptıktan sonra çocuğuna Boran ismini verir. Çocuk 5-6 yaşlarına geldiğinde de Kınalı Kız ölür. Cebinden bir kağıt çıkar ve kağıtta Rışvanoğlu’nun kardeşi olduğunu ve kardeşine haber vermelerini yazmaktadır. Ancak Boran bir türlü Rışvanoğlu’na ulaşamaz ve oralarda çobanlık yaparak büyür. Çobanlık yaparken damdıra denilen çalgıyı çalmasını öğrenir, ara sıra aşıklığı tutup türküler söyler.

O sıralar civarda Küpeli Hatun isminde bir kız ünlenir. Kızı görmek isteyenler develerini hediye ederek ancak görebilmektedirler. Boran’da bunu merak etmektedir. Bir gün kahveye gittiğinde yine Küpeli Hatun’un lafı edilmektedir. Boran’a çal bakalım şu damdırayı derler. Boran başlar söylmeye “ Gökte uçan Huma kuşu ne bilir dalın kıymatın, Kargayı dala kondurman ne bilir elin kıymatın….” . Bu orada bulunanlardan birinin hoşuna gider ve bahşiş vererek üstüne başına bir şeyler almasını söyler. Bir de şu Küpeli Hatun’u gör demiş. Ancak parası pulu olmayan Boran boyun bükmüş “Beni neylesin Küpeli hatun” der. Ancak kahvedekiler sen aşıksın diyerek ısrar eder ve Boran kızı görmek için yukarı çıkar. Yukarıda bir sürü kız vardır. Buna gülüşürler ve Küpeli Hatun da buna gözükmez. Boran başlar türkü söylemeye. Türküyü duyan Küpeli Hatun perdenin arkasında gözükür. Oğlan da kızı görünce bayılıp düşer.

tugbu 04 Nisan 2020 11:20

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]







Hikayeye göre Ahmet daha önceleri Hayriye adında bir kıza tutkundur. Yıllar sonra oğlunun düğününe bir bahane ile görmek için Hayriye’yi de davet ettirir. Hayriye daveti kabul etmese de düğüne gizlice gelir. Düğünde eğlence sırasında patlayan tüfeklerden biri dam başından gizlice düğünü izleyen hayriye’ye isabet eder ve Hayriye ölür. Bu olaya üzülen halk arasında bu türkü söylenmeye başlar.

Kevengin yollarında,

Çimeydim güllerinde, hey anom hey

İlik düğme olaydım

O yarin kollarında, hey anom hey

Yar yandan yandan

Severim seni candan, hey anom hey….

tugbu 04 Nisan 2020 23:27

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]







Türkü, öldürülen Cemal´e, karısı Şerife tarafından yakılmıştır. Şerife, 90 yıldan fazla yaşamış, 30 Kasım 1993 günü vefat etmiştir. 14-15 yaşlarında Cemal´le evlenmiş, mutlu geçen birkaç yılı Cemal´in öldürülmesiyle sona ermiş, bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır. Bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana, Şerife´nin daha sonra evlendiği Hayrullah´tan olan oğlu İsmet Aksoy göndermiştir. Cemal´in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir:

Ürgüp´ün Karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan Cemal, kalleşlikle öldürülür. Herkesçe sevip sayılan Cemal´in ölümüne yanmayan kalmaz. Eşi Şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır. Yetim kalan oğlu Mustafa da, birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür.

Ağıt, Şerife´nin ikinci kocası Hayrullah´ın sonraki yıllar Refik Başaran´a “Herkese bir türkü okudun ama, bana okumadın.” diye sitem etmesi üzerine Cemal türküsünü plağa okur. Cemal Hayrullah´ın aynı zamanda amcasıdır. Onun öldürülüşü Şerife kadar Hayrullah´ı da etkiler. Şerife´nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını, Cemal´i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır.
Yöre: Ürgüp
Derleyen: Mustan Aktürk
Kaynak: REFİK BAŞARAN

Şen olasın Ürgüp dumanın gitmez
Kıratın acemi konağı tutmaz
Oğlun da çok küçük yerini tumaz
Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal’ım

Ürgüp’ten de çıktığını görmüşlür
Kıratının sekisinden bilmişler
Seni öldürmeye karar vermişler
Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal’ım

Cemal’ın giydiği ketenden yilek
Al kana boyanmış don ile göynek
Sana nasip oldu ecelsiz ölmek
Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal’ım

Ürgüp’ten de çıktın kırat kişnedi
Üzengiler ayağını boşladı
Yağlı kurşun iliğine işledi
Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal’ım

Karlık ile başkadın pınar arası
Çok mu imiş Cemal’ımın yarası
Ağlayıp geliyor garip anası
Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal’ım

Cemal’ın giydiği kadife şalvar
Dükkânın kilidi cebinde parlar
Oğlun da çok küçük beşikte ağlar
Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal’ım

Kıratın üstünde bir uzun yayla
Ne desem ağlasam kaderim böyle
Gidersen Ürgüp’e sen selâm söyle
Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal’ım

Kıratım başımda oturmuş ağlar
Cemal’a dayanmaz şu karlı dağlar
Üzüm vermez oldu Karlık’ta bağlar
Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal’ım

Giden Cemal gelir mi de yerine
İçerimde yaram indi derine
Cemal düşta kahpelerin şerine
Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal’ım

velevki 04 Nisan 2020 23:40

Sevgili @[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] , hepsi ayrı ayrı,çok değerli eserler.
Paylaşımların için çok teşekkür ederim. Şahanesin :*

tugbu 05 Nisan 2020 02:12

Ayşe, yeni evli güzel bir gelindir. Eşi, yaşlı babasını ve güzel Ayşe'sini bırakıp askere gitmek zorunda kalır.

Gelin ve kayınbaba birbirlerine çok düşkündürler. Bir gün kayınbaba sinirlenip Ayşe'ye bir tokat atar. Ayşe beklemediği bu tokadı hazmedemez ve gidip intihar eder.



[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]



Kayınpeder de buna dayanamaz ve Ürgüp dağlarına düşer, daha kötüsü de aklını yitirir. Bir rivayete göre o da daha sonra ölür.

tugbu 05 Nisan 2020 02:18

Bir Aydınlı -konar göçerlere bu ad verilir- gelini yaylaya göçerken, bebeğin beşiğini devenin üzerine bağlar. Yolda giderken beşik, çam ağacına takılıp kalır. Eskiden gelinler baba ve atasına sesli konuşamazlarmış. Bu, onlara gösterdiği bir saygının belirtisi sayılırmış. Böyle olunca kaynına beşiğin takıldığını söyleyemez. Yurda konduktan sonra gelir, alırım der. Fakat geri geldiğinde bebeğini kara kuşların yediğini görür ve bu ağıdı yakar.




[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

tugbu 05 Nisan 2020 02:22

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]




Niksar köylerinden bir genç askere çağrılır ve İstanbul'a sevkedilir. Niksarlı genç, sıhhatli, yanık yüzlü, esmer ve uzun kirpikli temiz bir Anadolu çocuğudur. İstanbul'da hafta iznini geçirdiği sıralarda genç bir bayanla göz göze geliyor. O vakit ince peçe giyen kız, bu zarif delikanlıya karşı alaka duyuyor. Zeki Niksarlı, kızın hem kendisini sevdiğini, hem de zengin olduğunu kolaylıkla anlıyor. Karşılaşmalar ilerledikçe konuşmaların konusu da genişliyor.

Bu arada delikanlı, kıza kendisinin de zengin olduğunu, çiftlik, sürü ve emlak sahibi bulunduğunu mütevazi bir dille bildiriyor ve bu zenginlik bahsi üzerinde fazla durmuyor. Nihayet gel zaman, git zaman iki gönül birleşiyor. Bayan, zengin babasını ikna ederek köylü ile beraber zengin ümitler ve yaldızlı hülyalarla vapura biniyor. Uzun bir yolculuktan sonra Samsun üzerinden Tokat'a, buradan da Niksar'a gidiyorlar.

Tokat - Niksar yolunda asker, kızın hayal kırıklığına uğramaması için bazı yalanlar söylüyor. Fakat yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Zengin kız, duvarları tezekli, iki gözlü toprak bir evin karanlık odasına inince hakikatin sert ve soğuk yüzüyle karşılaşmış oluyor. Ama gönül de vermiştir. Delikanlıyı da sevmiştir. Babasının ne de olsa sözünü kırmıştır. Aile şerefi vardır.

İşte bunlar gence alaka göstermekte devam etmesini mümkün kılıyor. Köyde boş durmak olur mu? İki el bir baş içindir. Toprak kendine gönül veren, üzerine eken insanlara meyvesini verir. Gelin hanımın da çalışması lazımdır.

İlk olarak kaynanası ve görümcesiyle birlikte tarlaya iniyor. Dolayısıyla madden mutsuz ancak manen mutlu bir hayat sürüp gidiyor, içindeki duyguları ise türküdeki şekilde dile getiriyor.

tugbu 05 Nisan 2020 02:24

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]









Kuzey Afrika ülkelerinden olan Cezayir, önceleri Beni Hafz Devleti'ne aitti. Devletin güçsüzlüğünden ve zayıf idaresinden yararlanan İspanyollar, 1509 yılında Cezayir'i aldılar.

Bu sıralarda Akdeniz'de korsanlık yaparak etrafa dehşet veren Baba Oruç ile kardeşleri Hızır (Barbaros) ve İshak Reis'ler, zaten daima savaştıkları ve korkuttukları İspanyollar'dan geri aldılar Cezayir'i. Baba Oruç kendi adına burada bir hükümet kurdu (1516).

Araplarla yaptıkları bir savaş esnasında Baba Oruç'la İshak Reis'in ölmeleri üzerine, Barbaros Cezayir'i tek başına idare etmek mecburiyetinde kalır. Sık sık İspanyollara karşılaşır, yener. Fakat bunun böyle gidemeyeceğini anlayan Barbaros, o sıralar Mısır'ı almış olan Yavuz'un himayesine girmek istediğini belirtir. Buna pek sevinen Yavuz Sultan Selim, O'na ikibin yeniçeri ile kıymetli bir kılıcı armağan olarak gönderir. Barbaros, memleketi bağımsız bir hükümet gibi idare eder, adına paralar bastırır.

Osmanlı - Avusturya savaşları başlayınca, Avusturyalılar denizden de savaşarak Osmanlılar'ı zor durumda bırakmak istedi. Bunun üzerine, Kanuni, hem Akdeniz'de yeniden egemenliği sağlamak ve hem de Fransa'ya denizden yardım edebilmek amacıyla, Barbaros'u İstanbul'a davet ederek kendisine Kaptan-ı Derya'lık verdi. Bu tarihten sonra Cezayir eyalet olarak kabul edilip beylerbeyliğine de Barbaros verildi. Cezayir'in bizim elimize geçiş hikayesi böyle.

Eskiden beri Cezayir'de gözü olan Fransızlar, Osmanlıların 1828 yılında Ruslar'la savaşmasını fırsat bilerek, Cezayir'e asker çıkardılar. Burada uzun ve kanlı savaşlar oldu. Anadolu'dan giden binlerce askerimiz buralarda şehit oldu.

Cezayir, Anadolu insanında büyük üzüntüler yaratmıştır. Burada ölen binlerce gencimize, elden çıkan güzelim ülkeye Anadolu'nun en batısından en doğusuna kadar her yerde ağıtlar yakılmıştır. Bursa'dan Bitlis'e kadar her ilimizde, Cezayir'in anısına türküler söylenip, halaylar çekilir.

Furkan 05 Nisan 2020 02:25

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

(Yaşar Kemal’in tanımıyla) “Bozkırın Tezenesi” merhum Neşet Ertaş’ın “Gönül Dağı”, onun deyişiyle “Goñül Dağı” türküsünü bilmeyen yoktur (diye umuyoruz).

Bu iç acıtan türküye dair çoğumuzun dikkatinden kaçan bir husus var: “Gönül Dağı” türküsündeki “Dağ” kelimesi akıllara ilk gelen “yer kabuğundaki yükselti” anlamına gelen “dağ” değil; “iyileştirmek için vücudun hastalıklı bölümüne kızgın bir araçla yapılan yanık” anlamına gelen “dağ”dır.

Türküdeki “gönül dağı” tamlamasıyla Neşet Usta aslında “büyük üzüntü, acı” anlamına da gelen, “dağlamak” fiilinin isim hâlini aktarıyor. Gönülleri dağlayan bu türkü, aktardığımız anlam düşünülerek tekrar incelendiğinde taşlar yerine daha iyi oturuyor.

Neşet Ertaş, “Bir “dağ” var, bir de “dağ” var. Demiri kızdırırlar da derinin üstüne basarlar ya, işte o da “dağ”dır. Gonül de öyle dağlanıyor” diyerek türkünün adının gerçek manasını aktarmıştı.

Sizin bütün türkülerinizde aşk var… siz aşkın ayağına gitmişsiniz. “Gonül Dağı” adlı türkünüz aklıma geldi. Gonül Dağı’nın sizin gönlünüzde mutlaka çok özel bir yeri olmalı.

Tabii efendim, ne demek… ne demek. Ne diyor? “Gonül Dağı”. Kerem de diyor ki “Dağ üstüne dağ olmaz”. Bir “dağ” var, bir de “dağ” var. Demiri kızdırırlar da derinin üstüne basarlar ya, işte o da “dağ”dır. Gonül de öyle dağlanıyor.

O türkünüzde “Kalpten kalbe bir yol vardır, bilinmez” diyorsunuz.

Kalpten kalbe giden yol, Allah kanalıyla gidiyor. Bütün kalpler de Allah’a bağlı olduğu için, kalpten kalbe giden yol da Allah vasıtasıyla gidiyor. Gonülden gonüle giden yol da; iki insan birbirini severse, birbirine gonül bağı oluyor. Kalpten kalbe giden yol, Allah’ın aktarımıyla gidiyor ve gonülden gonüle gidiyor. İki insan arasında bir sevgi bağı varsa bu gerçekleşiyor.

tugbu 05 Nisan 2020 02:26

1918 sonunda Nuri Paşa'nın IX. Türk ordusunun Bakü'ye girmesi münasebetiyle Üzeyir Hacıbeyoğlu tarafından bestelenmiştir.

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]




tugbu 05 Nisan 2020 02:32

Balıkesir'e bağlı Edremit ilçesinin, Güre köyünün halkından kahveci Mehmet Şevket Efendi'nin karısı Şöhret Hanım tarafından oğluna yazılmış bir türküdür.

Şöhret Hanım, zamanın zenginlerinden olduğu için zeytin toplamaya giderken cam topuklu ve rugan ayakkabılar giyermiş. Elbiseleri de oldukça güzel ve diğer köylülerden farklıymış.

Oğulları Zekeriya, Sarıkamış'a, Enver Paşa komutasında askerliğini yapmaya gitmiştir. Bu sırada ortam karlı olduğu için yol almak amaçlı karları teperlermiş.

Zekeriya, kar teperlerken kar kuyusuna düşüp şehit olmuştur. Şöhret Hanım da ovada kekliklerle söyleşirken bu kötü haberi almıştır.

Keklikler öterken Şöhret Hanım da oğlunun acısı ile bu türküyü yazmıştır.



[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

tugbu 05 Nisan 2020 02:35

Urfa'da öteden beri şehirde, köylerde ve göçebe aşiretler arasında odalarda kahve kaynatırlar, misafirlere ikram ederler. Bu eskiden beri Urfa'nın örf ve ananesidir ve halen devam eder. Kahve denilince mazisi çok geniştir. Acı kahve pişirmeyen herhangi bir köy ağasını ve aşiret reisini ayıplarlar.

O zaman bir kahveci çırağı varmış. Bu çırak hem kahve döver, hem de kavurur, piştikten sonra ustasının işi olduğu zamanlarda misafirlere dağıtırmış. Aynı zamanda saz çalıp, türkü ve hoyrat okurmuş. Fakat gizliden gizliye aşık olduğu sezilirmiş.

Eskiden Urfa'da bir adet vardı. Kahvecilere, hamamda çalışanlara, kuşçulara kız vermezlermiş. Bu nedenle de aşık olduğu kızı alamamıştır. Hem kızın aşkı, hem fakirliğin verdiği acıdan müteessir olup, bu türküyü dile getirmiştir.




[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

tugbu 05 Nisan 2020 02:37

Bundan yıllar önce, o yılki kazancı kötü olan bir aile, Ilıca'ya gidemeyeceklerini anlayınca bir çare ararlar ve sonunda evlerinin çatı kiremitlerini satıp döndüğümüzde çalışır tekrar alırız diyerek, Ilıca'ya gitmeye karar verirler. Biraz da yazın son dönemi olan güze denk gelir herhalde ki Ilıca'ya giderler.

O devirde şimdiki gibi vasıta çok olmadığından, bir atlı araba veya fayton birilerini götürdüğünde, dönerken de başkalarını getirdiği gibi, bir başkalarından da "bizi falan zaman götürüver" diye sipariş alırlarmış. Bilhassa Ilıca şehir merkezine en uzak kaplıca olduğundan oraya giden bir aile şehire iki üç ay gelmezmiş.

Bu olayın kahramanı aile de biraz zamanı uzatırlar ve Kütahya'ya döndüklerinde, karşıdan bakıyorlar dağlar karla kaplı, "eyvah yandık" çığlıklarıyla bir an önce evlerine koşarlar. Kapıyı açtıklarında tüm eşyalarının (yatak, yastık, yorgan, kilim, minder, giyecekler v.b) kar sularından perişan hale geldiğini görüp otururlar ve başlarlar ağlaşmaya:

Kar mı yağdı
Kütahya'nın dağına aman
Ateş düştü
Ciğerimin aman, bağına hey!

diyerek ağıtlar yakarlar. Bu ağıt, zaman içinde dilden dile dolaşarak türkü haline gelmiş ve Kütahya folklorunde birinci zeybek oyunu olarak yerini almıştır.





[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

tugbu 05 Nisan 2020 02:44

Anadolu türkülerinde beyhude çaba gösteren hatta bazen yarayı azdıran bir doktor imgesi ile karşılaşabiliyoruz. Ozan aşıktır ve aşk acısı çekmektedir. Yetersiz beslenme ve yetersiz uyuma sonucu hasta gözüken bedenidir belki ama esas hastalığı çeken ruhudur. Bu yüzden bedeni üzerinden bir tedavi girişimi anlamsızdır hatta belki tehlikelidir.

“Lokman hekim gelse yaram azdırır

Yaramı sarmaya yâr kendi gelsin”

Eski Türk filmlerinde körüklü çantasıyla evlere gidip muayene yapan babacan doktor bu gerçeğin farkına varabilir: “Sevdiğiyle görüştürmeniz gerek yoksa ölecek”

“Tabip sen elleme benim yaramı

Beni bu dertlere salanı getir

Kabul etmem birgün eksik olursa

Benden bu ömrümü çalanı getir

Git ara bul getir, saçlarını yol getir”




[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

tugbu 05 Nisan 2020 02:52

İstanbul Radyosu'nun yıllarca sinyal müziği olan "Katibim Türküsü", Kırım harbi içinde, Abdülmecid zamanında çıkmıştır. İkinci Mahmut devrinde askerlere Avrupai kıyafetler giydirilmiş ancak sivil memurlar bu konuda serbest bırakılmışlardır. Abdülmecid, İstanbul içindeki her memura setre ve pantolon giydirdi, mutaassıp kesim de bu olayı dillerine dolayıp "Gavur mukallitliği" dediler ve pantolonla sokağa çıkmayı iç donuyla çıkmakla bir tuttular, özellikle de genç - eli yüzü düzgün katipler büsbütün dile düştüler.

Kırım harbinde müttefikimiz olan İngilizler'e Selimiye Kışlası hastane olarak tahsis edilmişti. İngiliz ordusundaki İskoç alayını kısa eteklerle gören halk bu askerlere "donsuz asker" lakabını takmıştı. Bu alay şarka hareket ederken, bir İskoçyalı bestekar bu birlik için bir marş besteledi.

Bir İstanbul külhanisi de Selimiye Kışlası'nın Üsküdar yolu üzerinde olmasından esinlenerek ve "donsuz asker" ler için yazılan marşın müziğini kullanarak katiplerle dalga geçmek için "Üsküdar'a giderken..." türküsünü yazdı.

Daha sonraları çalgılı küçük konsol saatleri çıktı. Bu saatler ilk olarak Türkiye'ye İskoçya'dan geldi ve İskoçlar bu saatlere aynı marşın müziğini koymuşlardı. Bu saatler İstanbul'da "Katibim Türkülü Saat" adı altında satıldı ve neredeyse almayan kalmadı.



[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

tugbu 05 Nisan 2020 03:01

Sofralarımızda zeytin yağının az olduğunu fark etmişsinizdir. Oysa Akdeniz ülkesi denildiğinde ilk akla gelen şeylerden biri zeytin yağlı yemekler ve zeytin yağı içeren yiyecekler. Aslında Türkiye’de de öyleymiş. Peki ne oldu da değişti derseniz durum birkaç uydurma haber ve bir türkü ile değişiyor.

ZEYTİNYAĞLI YİYEMEM AMAN TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ

Bursa yöresine ait bu türkü 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan’ dan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir.
zeytinyagi

Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir. ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshall yardımının koşullarından biri Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı almasıdır.

(Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966).
Buna koşut olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından Dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır.

Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısır özü yağına ve margarine alıştırılır. Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmaz. Halbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir.

Bununla da kalınmaz, kötülemek için tıpkı bugün yapılan halkla ilişkiler endüstrisi çalışmaları gibi “Zeytinyağlı yiyemem aman, basmadan fistan giyemem aman…” diye türkü sipariş edilir ve ülkenin en popüler türküsü yapılır.
Katı yağ/margarine mahkum edilen halk, 20-30 yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hale getirilir. Ve basma giyen kadınlar, plastik giysilerle tanıştırılır…




[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Malkoçoğlu 07 Nisan 2020 19:11

Çoğu türkümüzün insanın tüylerini diken diken eden hikayesi vardır. Zaten bir hikayesi olmasa yıllar boyunca dilden dile dolaşmazdı türkülerimiz. İşte o destansı ve insanın tüylerini diken diken eden hikayelerden birisi de “Kiziroğlu Mustafa Bey” türküsünün hikayesi….

Köyün dört bir yanından ise soğuk pınarlar akar. Köy, düz toprak damlı evlerden oluşmaktadır ve köyün hakim bir yerinde de bir kale kalıntısı vardır. Köylüler Kiziroğlu'nun kalesi derler buraya. Kiziroğlu bu köyde yaşamış ve burada efsaneleşmiştir derler.


Söylentiye göre şimdiki Kiziroğlu Köyü’nün yerinde bir birinden 20-25 kadar ev bulunmaktaymış. Bölge dağlık ve ormanlık olduğu için insanları da bu nedenle olacak ki çok sertmiş. O zamanlar burada yaşayan insanların başında bulunan kişiye "Kizir" derlermiş. Kizir Muhtar demektir. Gün gelmiş zamanın kizirinin ünü tüm Anadolu'ya yayılmış. Tüm kötüler ondan korkar olmuş. Gel zaman git zaman Kizirin bir oğlu olmuş. Daha küçükken iyi at biner, kılıç kuşanır olmuş. İşte Kiziroğlu Mustafa Bey bu çocuk. Bütün çocukluğu Kısır Dağı’nda at binip avlanmakla geçmiş Mustafa'nın. O da babası gibi büyüyünce namlı bir yiğit olmuş, haksızlık ve adaletsizliklerle savaşmaya başlar.

O sırada doğuya gelen Köroğlu Kısır Dağları’nda Ferro deresine yerleşir, amacı doğudaki haksızlıkları yok etmek. Bir gün Köroğlu bir at gezisinde Kizir Köyü’nü görür, "Buradaki adaletsizlikler de benden sorulur" der ve gider orada bir kale kurar. İşlerinden dolayı bir müddet köyünden ayrı kalan Kiziroğlu köye döndüğünde Köroğlu’nun kalesini görür. Sinirlenir. Köroğlu’nun yanına gider, sertçe çıkışır "Sen kim olasın ki benim yurdumda saltanat süresin" Her ikisi de bir birlerini kötü insan olarak bilirlermiş.

O zamanın adaletine göre iki yiğit dövüşür, galip gelen diğerini öldürüp savaşı kazanırmış. Köroğlu ve Kiziroğlu günlerce at üstünde kavga etmişlerse de yenişememişler. Kılıç kavgasında ve güreşte de yenişememişler. Mustafa Bey’in atı Ala Paça da Köroğlu'nun atı Kırat’la güreşmekteyken Mustafa Bey şöyle bir geri bakmış ki ne görsün, atı Ala Paça Köroğlu’nun atını alt etmiş duruyor. "Ola benim atım Köroğlu'nun atını alt etmiş, ben Köroğlu'nu alt etmezsem halim nice olur" deyip gayrete gelmiş Köroğlu'nu yere vurmuş. Tam kamasını çekmiş vuracağı sırada Köroğlu "Dur yiğit, bana biraz mühlet ver yiğitlerimi göreyim karımla helalleşeyim” demiş. Mustafa Bey bırakmış. Köroğlu eve gidip olanları karısına sazıyla sözüyle anlatmaya başlamış.

“Bir atı var Ala Paça peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe
Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim, Hanım kim
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu
Zor beyin oğlu”

Köroğlu geciktiği için evine kadar gelen Kiziroğlu kapı aralığından türküyü duyunca duygulanmış ve utanmış. Kapıyı çalıp içeri girmiş. Mustafa Bey’i karşısın da gören Köroğlu her şeyin bittiğini düşünürken Mustafa Bey sarılıp onu öpmüş. "Sen benden daha yiğitsin Köroğlu" demiş. Köroğlu da "Ben artık buradan gideyim burada senin gibi mert ve yiğit biri varken kalmak olmaz" diyerek köyü terk edip batıya gitmiş.

Köroğlu'nun Bolu Dağları’ndan çıkıp taa Kars'a gelmesi o zamanın koşullarında olanaksız gibi. Ama halk düşüncesi iki yiğidi Doğu Anadolu’da önce çarpıştırıyor sonra barıştırıyor. Bu efsane, Anadolu insanının kahramanlarına, haksızlıklara direnenlere verdiği değeri gösterir. Kiziroğlu öyküsü tepeden inmiş midir inmemiş midir bilinmez ama halk bu söylenceyle Kiziroğlu'nu saygı ve sevgiyle anmaktadır.


[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

tugbu 07 Nisan 2020 19:15

Erzurum’da yaşanmış bir aşk hikayesidir bu türkünün hikayesi. Genç delikanlı sevdalanır bir güzel kıza. Önünde ardında dolanır durur. Fakat kız yüz vermez delikanlıya. O yanıp tutuştukça uzaklaşır ondan. Günlerden bir gün kızın evinde düğün mü vardır davet mi orası karanlık bütün yöre halkı davetlidir. Sevdalı delikanlı da koşar gider davet evine. Fakat eş dost hısım akraba öyle doldurmuşlardır ki kızın evini delikanlı yabancıdır ya hepten dışlanmış hisseder kendini. Ama evden çıkamaz, ayrılamaz, sevdiği kızın bir görünüp bir kaybolmasını izlemek bile yeter ona.O gece yemekler yenir delikanlının eli varmaz kaşığa, döşekler serilir delikanlı yanaşamaz bir döşeğe .. Avluda çıplak ağacın altına serer hasırı.. O gece bir yağmur bastırır ama aşık genç aldırmaz yağmura.. Bütün gece gözleri sevdiceğinin penceresinde..Ertesi sabah konuklar dağılır..Aşık gencin ağzında bu türkü vardır kapıdan çıkıp yollara düşerken..

Dün gece har hanesinde yar bana yoldaş idi
Altım tiken üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi.
[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Malkoçoğlu 16 Nisan 2020 12:09

Halil İbrahim Türkü Hikayesi

Fatsa'da 1931 yılında doğan ve Fevzioğlu tepesinin yan belinde oturan birisi imiş Halil İbrahim. Fatsa, Mağazalarbaşı caddesinde bir saat ve gramofon atölyesi olan Halil İbrahim, çok aydın, temiz ve titiz bir insanmış. Takım elbisesi, kravatı ve boyalı ayakkabıları ile her zaman bakımlıymış. Evine giderken devamlı bir ırmaktan geçmesi gerekirmiş. Irmağın üstünde de dal köprü bulunurmuş. Akşam evine, sabah işine giden Halil İbrahim, o sıralarda Çolak Ahmet'in kızı ile evlenmiş.
Evliliğinden bir erkek, bir kız çocuğu olmuş. 1951 yılında askere gittiğinde evliymiş. Askere gidince art niyetli kişiler Halil İbrahim'e mektup yazmışlar. Mektupta kayınpederinin, karısını başkasına verdiğini söylemişler. Halil İbrahim'in tarlasının yanında, ağanın tarlası varmış. "Ağa da tapulu tarlanın bir kısmını alıyor" demişler. Çılgına dönen Halil İbrahim askerden firar etmiş, Fatsa'ya gelmiş, ağaya bir kurşun atmış, sonra yakalanmış. Askerler onu bir telefon direğine bağlayarak dövmüşler. O zaman asker kaçağı olmak her zamanki gibi büyük bir suçmuş. Dayak yerken Halil kafasına bir darbe aldığı için, aklı gel git olmuş, yani delirmiş. Daha sonra askerliğini bitirip memleketine gelmiş, ama atölyesini kapatmış. Artık hayatı evi ile orman arasında geçiyormuş. Tamir işini de evinde yapmaya başlamış. Ayrıca silahsız geziyormuş. Askerle karşılaşmamak için gündüz evinden çıkmıyor, yolu da sadece karşıdan karşıya geçmek için kullanıyormuş. Kimseye görünmemek için devamlı yol haricinde, bahçeden bahçeye yürürmüş. Dost olarak yalnızca üç kişinin yanına gidermiş. Dışarı çıktığı zaman da Odaaltı denilen yerde, bahçeden dereye iner, dere içinden Cemal Dayı'nın yanına gidermiş. Bu sıralarda hanımının babası para kazanamıyor, evine bakamıyor diye, karısını çocukları ile beraber Terme'ye satmış. Halil İbrahim artık tamamen yalnız kalmış. Halil her gün gramofon dinlermiş. Bütün sanatçıların plakları da kendisinde varmış. Gelincik sigarası içer, bütün boş paketlerini de biriktirirmiş. 1954-55 yıllarıymış. Toplumdan tamamen kopan Halil İbrahim 80'li yıllara kadar kendi halinde yaşamış. 12 Eylül'den önce köye nokta operasyonu yapılmış. O sırada bazı köylüler fındık toplamaya bile çıkamaz olmuşlar. Can güvenliği yokmuş. Operasyon gece yapılmış. Tam bu sırada Halil İbrahim'in evini birisi yakmış. Evi yanan Halil sonra ormanda yaşamaya başlamış. Evinin karşısında bir kaya varmış, onun altında yangından kurtardığı masası ve birkaç eşyasından başka bir şeyi kalmamış. Bir gece çok şiddetli bir yağmur yağmış. Yaşadığı orman kimsenin gündüz bile geçemediği bir yermiş. Ama artık onun mekanı olmuş. Yağmur yağdığı gece orada barınamayacağını anlayınca, ahbabı Dursun Dayı'nın yanına gitmek için ormana girmiş. Ormanın içinde epey yol aldıktan sonra dereyi geçerek Dursun Dayı'nın evine ulaşmış. Onu rahatsız etmemek için samanlığa girip otların üzerine yatmış. Tabancası belinde imiş. O gece teröristler şehre inerek bir öğretmeni öldürüp dağa çıkmışlar. Bunun üzerine büyük bir operasyon yapılmış. Askerler her yeri arıyorlarmış. Halil'i samanlıkta uyurken yakalamışlar. Evin sahibi Dursun Dayı'nın gelinine ve çocuklarına onun kim olduğunu sormuşlar, onlar da zararsız biri olduğunu anlatmışlar. Kumandan da silahını alıp salıvermeyi düşünüyormuş. Ama Halil 30 sene önce yediği dayak yüzünden korkuyormuş. Askerler başka yerleri ararken bir fırsatını bulup kendini tepeden aşağı atmış, Askerler arkasından havaya ateş etmişler. Amaçları sadece onu durdurmakmış. Derede de dal köprü var, köprüden karşıya geçmiş, ama ormana girmek için yüz metre yürümesi gerekiyormuş. Ormana girse kurtulacak, ama bu taraftaki askerler diğerleri vuramadı kaçırdı diye, Halil İbrahim'i vurmuşlar ve kayanın üstüne cesedi düşmüş.
Kumandan bu olaya çok üzülmüş ve eşyalarını Terme'den gelen oğluna vermiş. Karısı zaten önceden ölmüş, oğlu eşyalarını almak istememiş, çünkü babasını sevmiyormuş. Cenazesini üç dört kişi kaldırmış.
Bu olay üzerine Sayın Dursun Ali Akınet bu şiiri yazdıktan ve besteledikten sonra ailesi onu kabullenmeye başlamış, ama ne fayda...
[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Malkoçoğlu 03 Aralık 2020 03:18

DEBRELİ HASAN

Rumeli yöresi

Debreli Hasan, Trakya’da Drama’da büyümüş ve bin sekiz yüzlü yılların sonu ile bin dokuz yüzlü yılların başında Debreli lakabıyla tanınmış bir halk kahramanı, eşkıyadır. Ege dağlarının
kahramanı çakırcalı Efe ile hemen hemen aynı
yıllarda yaşadığı tahmin edilmektedir. Bazı
kaynaklarda bu iki ünlü eşkıyanın
karşılaştığı bile söylenmektedir. Debreli
Hasan da çakırcalı gibi zenginden alan, yoksul halka dağıtan bir halk eşkıyasıdır. Kendisi için
harcamamış, elde ettiği bütün varlığını
halk için harcamıştır. Asıl mekanı Makedonya
Dağları’dır. Yaklaşık kırk yıl boyunca bu
dağlarda hüküm sürmüştür.

Türküde adı geçen Drama Köprüsü’nü de halkın kullanması için, zenginlerden aldıkları ile yaptırmıştır. Debreli Hasan ve çakırcalı, devletin olduğu kadar o yıllarda kervanlar ile ticaret yapmaya çalışan zenginlerin de
büyük korkuları olmuştur. Hala bölgede halkın
ağzından söylenen “Debreli’den geçsen, çakırcalı’dan geçemezsin” sözü tam olarak bunu ifade etmektedir. Debreli Hasan’ın kalabalık bir birliği yoktur. En bilineni Karakedi lakaplı bir kızanıdır. Debreli’nin halkın gözünde büyük bir üne ve sevgiye sahip olmasının en büyük nedeni,
yoksullara yardım etmesi ve özellikle de yoksul ama evlenemeyen gençleri evlendirmesidir. Bir keresinde evlenmek isteyen ama bunun için para bulamayan bir genç, yanına, tek sahip olduğu mal olan danasını alarak satmak için pazara giderken Debreli Hasan tarafından yolu kesilir. Debreli Hasan, kısa sürede delikanlıdan durumu öğrenir. Gence düğün için gereken bütün parayı verir. Ayrıca da danasını satmaması için kendisini öğütler. Bu gibi örnekler Debreli’nin ününün büyümesine yolaçar.

Uzun yıllar boyunca üzerine gelen birlikleri bozan Debreli Hasan, tutsak yoldaşlarının umudu olmayı sürdürmüştür. Adaleti ile kısa sürede Trakya’nın, daha sonra da tüm Anadolu’nun
kalbine yerleşmiştir. Adına yakılan bu türkü de
kahramanlığı, yoldaşlığı anlatır.

Drama Köprüsü Bre Hasan Dardır Geçilmez
Soğuktur Suları Hasan Bir Tas İçilmez
Anadan Geçilir Bre Hasan Yardan Geçilmez

At Martini De Bre Hasan Dağlar İnlesin
Drama Mahpusunda Bre Hasan Dostlar Dinlesin

Mezar Taşlarını Bre Hasan Koyun Mu Sandın
Adam Öldürmeyi Bre Hasan Oyun Mu Sandın
Drama Mahpusunu Bre Hasan Evin Mi Sandın

At Martini De Bre Hasan Dağlar İnlesin
Drama Mahpusunda Bre Hasan Dostlar Dinlesin

Anonim

Debreli Hasan, Drama´da yetişmiştir.Debreli namıyla mübadele öncesi dönemde Drama-Serez-Sarısaban bölgelerinde faaliyet göstermiş bir halk kahramanı eşkiyadır. Drama köprüsünü,o devrin haksızlıkla para kazanan halkı ezen zenginlerinden aldığı haraçla yaptırmıştır.Debreli Hasan´ın yaşadığı,dönem kesinlikle bilinmemekle beraber Çakırcalı Efe ile çağdaş olduğu görüşleri,hatta atıştıklarına dair hikayeler onun 1870-1920 yılları arasında Makedonya dağlarında egemen olduğunu göstermektedir. Bu konuda halk arasında söylenen menkibeye göre;Selanikli Yahudi bir tüccar ticaret için İzmir´e gidecektir.Eğer bu civar dağlarda hükümran olan Debreli´den geçsen, Ege dağlarında Çakırcalı´dan geçemezsin denir,kendisine.Nitekim de öyle olur.

Debreli´nin çetesinde pek çok kişi yoktur.Bilinen Karakedi namıyla bir tek kızanı olduğudur.Halka onu sevdiren eşkıya kişiliğinin en üstün tarafı ise fakirlere yardım etmesi,bilhassa birbirini seven yoksul gençleri evlendirmesidir.Bu konuda şöyle bir menkıbe de vardır.”Evlenmek niyetinde olan dağlı bir genç,tek danasını almış,İskece pazarına inmektedir.Yolu,Debreli Hasan tarafından kesilir.Delikanlının evlenmek için
parası olmadığını anlayınca Debreli kendisine düğün için yetecek parayı verir ve ayrıca danasını satmamasını salık verip uğurlar.”

Makedon dağlarının Debreli´si sonunda padişah affına uğrar veya söylentiye göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayı başarır ve Türkiye´ye göç eder.

Kısacası Rumeli Türklerinin gönlüne yerleşmiştir efsanesiyle Debreli Hasan.

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Türkü 03 Aralık 2020 03:36

Drama köprüsü Hasan, dardır geçilmez bre Hasan
Dardır geçilmez
Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez
Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez
Anadan geçilir Hasan, yardan geçilmez bre Hasan
Yardan geçilmez (yardan geçilmez)
At martini debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda hey dost canlar dinlesin
Mezar taşlarını Hasan, koyun mu sandın bre Hasan
Koyun mu sandın?
Adam öldürmeyi Hasan, oyun mu sandın?
Adam öldürmeyi Hasan, oyun mu sandın?
Drama mahpusunu Hasan, evin mi sandın


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 16:39.

Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2024, vBulletin Solutions, Inc.

Copyright ©2019 - 2024 | IRCRehberi.Net