IRCRehberi.Net- Türkiyenin En iyi IRC ve Genel Forum Sitesi  
 sohbet
derya sohbet


Peygamberler Tarihi Peygamberler Tarihi Bölümü

 
 
Seçenekler Stil
Alt 15 Nisan 2020, 19:22   #1
Ponçik hanım
eLfida - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatı

Hz. Süleyman’ın (a.s.) hayatı

“Dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamış” atasözüyle bilinen Hükümdar-Peygamber Hz. Süleyman’ın (a.s.) kısaca hayatı.

Hz. Süleyman (a.s.) Gazze’de doğdu. Babası Hz. Davut (a.s.) vefât ettiğinde 12-13 yaşlarında idi. Babası gibi önce hükümdar, sonra peygamber oldu.

Kuran’da 16 yerde ismi geçen Hz. Süleyman’ın (a.s.) Davut Aleyhisselam’ın oğlu ve vârisi olduğu, üstün kılındığı, şükreden, sâlih, hakîm, anlayışlı bir kul olduğu bildirilmekte, keskin zekâsı, engin bilgisi ve hikmetiyle karmaşık meseleleri kolayca çözüme kavuşturma yeteneğinden söz edilir. Allah diğer peygamberler gibi Hz. Süleyman’a (a.s.) da vahiyde bulunmuş ve onu da diğerleri gibi doğru yola iletmiştir. Kuran, Hz. Süleyman’ın (a.s.) güzel bir kul olduğunu, daima Allah’a yöneldiğini, Allah katında büyük değeri ve güzel yeri bulunduğunu belirtmektedir.

Allah, Davut Aleyhisselam gibi Hz. Süleyman’ı (a.s.) da peygamberlik, hükümdarlık, hikmet ve ilimle donatmış, saltanatı ve nübüvveti onların şahsında toplamıştır.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) emrine rüzgârlar verilmiş, kendisine kuş dili ve başka hayvanların dili de öğretilmiştir. Hz. Süleyman (a.s.) atları, özellikle yarış atlarını çok severdi.

Beyt-i Makdis’i (Mescid-i Aksâ’yı) yedi yılda inşâ etti. Yemen’deki Sebe’ Melîkesi Belkıs ile evlendi. Hz. Süleyman’ın (a.s.) 40 yıl saltanat sürdüğü ve 52 veya 53 yaşında vefat ettiği nakledilir. Kabri Kudüs’tedir.

Muazzam dünyâ servet ve tasarrufunu kalbinin dışında taşıyan Hz. Süleyman’ın (a.s.) ayrıntılı hayatı.

Süleymân Aleyhisselâm Gazze’de doğdu. Babası Hz. Davut Aleyhisselâm vefât ettiğinde 12-13 yaşlarında idi. Babası gibi önce hükümdar, sonra peygamber oldu. Beyt-i Makdis’i (Mescid-i Aksâ’yı) yedi yılda inşâ etti. Yemen’deki Sebe’ Melîkesi Belkıs ile evlendi. Kudüs’te vefât etti.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) Firaseti
Süleymân Aleyhisselâm çocukluğundan itibâren yüksek bir anlayışa sâhip, çok zeki biriydi. O’nun bu husûsiyetiyle ilgili olarak Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir hâdise anlatır:

“…Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan vardı. Yolda giderlerken bir kurt gelip kadınlardan büyük olanın çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine bu kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına:

«–Kurt, senin çocuğunu götürdü.» dedi.

Öbür kadın:

«–Hayır, senin çocuğunu götürdü!» dedi.

Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Davut Aleyhisselâm’a mürâcaat ettiler. Davut Aleyhisselâm çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. Onlar muhâkemeden çıkıp, Davut Aleyhisselâm’ın oğlu Süleymân Aleyhisselâm’a gittiler. Davut Aleyhisselâm’ın hükmünü söylediler. Süleymân Aleyhisselâm da:

«–Bana bir bıçak getirin! Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım!» dedi.

Bunun üzerine küçük kadın:

«–Aman öyle yapma! Allâh sana rahmet eylesin! Çocuk bu kadınındır!» dedi.

Bunun üzerine Süleymân Aleyhisselâm çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 40)

Çünkü analık şefkati, evlâdının ölmesine râzı gelemezdi.

Süleymân -aleyhisselâm-’ın firâsetiyle alâkalı bir başka rivâyet de şöyledir:

Bir gece, bir koyun sürüsü bir tarlayı harâb etmişti. Tarla sâhipleri, Dâvûd -aleyhisselâm-’a gelip şikâyetçi oldular. Telef olan tarla, kıymet bakımından koyun sürüsüne müsâvî idi. Bunun üzerine Dâvûd -aleyhisselâm-, koyunların tarla sâhibine verilmesine hükmetti. Süleymân -aleyhisselâm-, o sırada küçük yaşta olmasına rağmen:

“–Babacığım, bir yol daha var! Koyunları tarla sâhibine borç olarak verelim; sütünden ve yününden istifâde etsin. Bu arada tarlayı düzenlesin. Tarla eski hâline gelinceye kadar koyunlar kendisinde kalsın. İşleri yoluna girince de, sürüyü sâhibine teslîm etsin!” dedi.

Dâvûd -aleyhisselâm- bu teklifi çok beğendi ve öyle hükmetti. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Dâvûd ve Süleymân’ı da (yâd et)! Bir zaman, bir ekin husûsunda hüküm veriyorlardı; hani o kavmin koyunları, geceleyin başıboş bir vazîyette bu ekinin içine dağılıp ziyân vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik.” (el-Enbiyâ, 78)

“Böylece bu (fetvâyı) Süleymân’a biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm ve ilim (hükümdarlık, peygamberlik) verdik...” (el-Enbiyâ, 79)

Dâvûd -aleyhisselâm-, son derece firâset sâhibi olması ve Hakk’a gönülden bağlılığı sebebiyle Hazret-i Süleymân’ı on dokuz oğlu arasından kendi yerine halîfe olarak seçti. Fakat İsrâîloğulları, bu tâyine karşı çıktılar:

“−Süleymân çocuk sayılır; aramızda O’ndan daha üstün ve büyük kimseler var!” dediler.

Bunun üzerine Dâvûd -aleyhisselâm-, ind-i ilâhîden gelen emir mûcibince âlimlerin huzûrunda bir imtihân gerçekleştirdi. Oğlu Süleymân’a:

“–Doğruluğu diğer cüz’lerin doğruluğuna, bozukluğu da diğer cüz’lerin bozukluğuna sebep olan nedir?” diye sordu.

Süleymân -aleyhisselâm-:

“–Kalbdir!” dedi.

Bu cevâbı çok beğendiler.

Daha sonra Dâvûd -aleyhisselâm- herkesin asâsının üzerine ismini yazıp bir odaya kilitledi. Yalnız Süleymân -aleyhisselâm-’ın asâsının yeşerip yaprak verdiğini gördüler. Allâh’ın bu lutfuna Dâvûd -aleyhisselâm- hamd etti. İsrâîloğulları da Hazret-i Süleymân’ı halîfe olarak kabûl ettiler. Çok sevindiler.

Böylece hilâfet meselesini Allâh’ın lutfuyla halleden Dâvûd -aleyhisselâm-, oğlu Süleymân -aleyhisselâm-’a şu nasihatlerde bulundu:

“–Ey oğlum! Şaka yapmaktan sakın, çünkü onun faydası azdır. Pişmanlık doğurur. Kızmaktan da sakın, çünkü sâhibini basitleştirir. Takvâya sarıl, zîrâ takvâ her hâle gâliptir.

İnsanlardan bir şey bekleme. İşte bu, hakîkî zenginliğin tâ kendisidir.

Allâh -celle celâlühû-’nun sana vermeyip başkalarına verdiği nîmetlere göz dikmek, senin için bir fakirliktir.

Özür dilemeyi îcâb ettirecek davranış ve sözlerden sakın!

Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır!

Bugünün dünden daha hayırlı olmasına çalış!

Namazını, en son namazını kılan kimse gibi kıl!

Aşağı ve bayağı kimselerle ülfet etme!

Kızdığın zaman da, bulunduğun yerden ayrıl!

Allâh -celle celâlühû-’nun rahmetinden ümitvâr ol! Çünkü O’nun rahmeti, herşeyi kuşatmıştır.” (Sâlebî, Arâis, s. 323)

HZ. SÜLEYMAN (A.S.) İLE İLGİLİ AYETLER

Dâvûd -aleyhisselâm-’ın vefâtından sonra Süleymân -aleyhisselâm- hükümdar oldu:

“Biz Dâvûd’a Süleymân’ı verdik. Süleymân ne güzel bir kuldu! Doğrusu O, dâimâ Allâh’a yönelirdi.” (Sâd, 30)

Kendisine çok nîmetler ve tasarruflar verildi:

“And olsun ki Biz, Dâvûd’a ve Süleymân’a ilim verdik. Onlar: «Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allâh’a hamd olsun!» dediler.” (en-Neml, 15)

Hazret-i Süleymân, kuşların lisânını ve tesbîhâtını anlardı.

“Süleymân, Dâvûd’a vâris oldu ve dedi ki: «Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasipler) verildi. Doğrusu bu, apaçık bir lutuftur.” (en-Neml, 16)

İnsan, cin, hayvânât ve rüzgâr onun tasarrufu ve emri altına verilmişti.

“Süleymân’ın emrine de kasırga (gibi esen) rüzgârı verdik; onun emriyle içinde bereketler yarattığımız yere doğru eserdi. Biz her şeyi biliriz.” (el-Enbiyâ, 81)

“Sabah gidişi bir aylık mesâfe, akşam dönüşü yine bir aylık mesâfe olan rüzgârı da Süleymân’a (O’nun emrine) verdik ve O’nun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, O’nun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azâbı tattırırdık.” (Sebe’, 12)

“Süleyman için, o ne dilerse, mâbedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Dâvûd âilesi şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe’, 13)

Bu âyet-i kerîmede geçen “temâsîl” kelimesi; bakır, toprak veya camdan yapılmış canlı ve cansızların heykelleri, resimleri veya tasvirleri olarak yorumlanmıştır. Lafzın delâletine göre âyet, canlı ve cansız resmini kapsamaktadır.

“Temâsîl” kelimesi âyette genel bir mânâ ifâde ettiğinden, Hazret-i Süleymân’ın şerîatinde, canlı ve cansız bütün varlıkların sûret, resim veya heykellerini yapmanın câiz olduğu da anlaşılabilir. Bu hususta müfessirler ihtilâf etmişlerdir. Bu görüşleri iki maddede toplayabiliriz:

1. Müfessirlerin bir kısmı, Hazret-i Süleymân’ın şerîatinde canlıların resim ve heykelini . yapmanın câiz olmadığını, çünkü Hazret-i Süleymân’ın, Hazret-i Mûsâ’nın şerîatine tâbî olduğunu ve onun şerîatinde de açıkça canlı resmi yapmanın yasaklandığını söylerler. Bu görüşe göre “temâsîl” kelimesi, yalnız cansız varlıkların resmini kapsamaktadır. Dolayısıyla İslâm’daki canlı resim yasağına uygunluk arz etmektedir. Şâyet Süleymân -aleyhisselâm-’ın şerîatinde resim ve heykele cevaz verilmiş ise, bunun, o zamanlar henüz putlara tapılma endişesi bulunmadığından kaynaklandığı da düşünülebilir.

2. Bazı müfessirler ise, Hazret-i Süleymân’ın şerîatinde canlı ve cansızların heykel veya resmini yapmanın câiz olduğunu iddiâ etmişlerdir. O hâlde “Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlatıldığına göre, canlı ve cansızların heykel ve resmini yapmanın İslâm’da da câiz olduğu hükmüne varılabilir mi?” Bu suâle İslâm hukukçuları ve müfessirler; “İslâm’da manzara, dağ, orman ve ağaç gibi yalnız cansız varlıkların ve nebâtâtın resmini yapmak câizdir.” diye hüküm vermişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birçok hadîs-i şerîfinde canlıların resmini yapmayı yasaklamıştır. Resimle alâkalı hadîs-i şerîfler, bu husûsu îzâh etmektedir.

Nitekim İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın rivâyetine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kim dünyâda bir canlı resmi yaparsa, kıyâmet günü, yaptığı o resme can vermeye zorlanır. O ise, (resme) aslâ can veremez.” (Buhârî, Libâs, 97; Ta’bîr, 45; Müslim, Libâs, 100)

Yine İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın anlattığına göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’nin fethi günü Beytullâh’ta tasvirler görünce içeri girmemiş, onların imhâ edilmesini emretmişti. İçeride Hazret-i İbrâhîm ve Hazret-i İsmâîl -aleyhimesselâm-’ın ellerinde kumar okları bulunur vaziyetteki resimlerini görmüştü. Şöyle buyurdu:

“−Allâh (bu resimleri yapanların) canlarını alsın! Vallâhi onlar (İbrâhîm ve İsmâîl -aleyhimesselâm-), aslâ oklarla kısmet aramadılar.” (Buhârî, Enbiyâ, 8; Hacc, 54; Megâzî, 48)

Netîce olarak Hazret-i Süleymân’ın şerîatinde canlıların resim ve heykelini yapmanın câiz olduğu kabûl edilse bile, bu fiil, İslâm’da kesinlikle yasaklanmıştır.

Nitekim İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ın haber verdiğine göre, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, canlı resmi yapanların kıyâmet günü azâbın en şiddetlisine çarptırılacağını bildirmiştir. (Buhârî, Libâs, 89; Müslim, Libâs, 96) Çünkü resim ve heykele gösterilen aşırı ihtimâm, neticede insanları putperestliğe götürmüştür.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- da şöyle anlatır:

Cebrâîl -aleyhisselâm-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e belli bir saatte geleceğini va‘detmişti. Vakit gelmiş, fakat Cebrâîl -aleyhisselâm- gelmemişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elinde bulunan sopayı yere attı ve:

“Allâh da Rasûlleri de va‘dinden caymaz!” buyurdu.

Sonra etrâfa bakınmaya başladı. Bir de ne görsün; sedirinin altında bir köpek eniği! Bunun üzerine:

“−Ey Âişe! Bu enik buraya ne zaman girdi?” diye seslendi.

Ben de:

“−Allâh’a yemîn ederim ki bilmiyorum.” dedim.

Emir verdi, köpek yavrusu evden çıkarıldı. Cebrâîl -aleyhisselâm- da hemen geldi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bana söz verdin, ben de bekledim, ama sen gelmedin.” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Gelmemi, evinizdeki köpek engelledi. Biz melekler, içinde köpek ve sûret bulunan eve girmeyiz.” cevâbını verdi. (Müslim, Libâs 81, 82. Ayrıca bkz. Buhârî, Bed’ü’l-halk 7, Libâs 94; İbn-i Mâce, Libâs 44)

Bu hadîs-i şerîfte “köpek”le birlikte zikredilen “sûret”, sırf resim olarak telâkkî edilmemelidir. O, canlı varlıkların heykel veya kabartmalı bir şekilde tasvîrini de içine almaktadır. Resim ise bir gölgenin tespiti gibidir; hacme sâhip değildir. Bununla beraber, “sûret” her türlü canlı varlığın resmine şâmil bir sûrette telakkî edilse bile, onun hakkındaki yasağın, putperestliğin yakın olduğu bir zaman sebebiyle vâkî olduğu da düşünülebilir.

Diğer taraftan, günümüzde resim ve fotoğrafın günlük hayatta kullanım sahasının genişlemiş olduğu ve bâzı durumlarda zarûrî bir ihtiyaç hâline geldiği de mâlumdur. Dinamik bir yapıya sâhip olan İslâm dîni, zaman içinde zarûret mevkiine gelen bu tür ihtiyaçlar için belli bir meşrûiyet sınırı belirleyerek onun kullanılmasına müsâade etmiştir.

İçinde Köpek Olan Eve Melekler Neden Girmez?
Yeri gelmişken şunu da hatırlatalım ki, yukarıdaki hadîs-i şerîfte ifâde edildiği üzere, içinde köpek bulunan eve melek girmemesi de mühim bir hakîkate işâret etmektedir. Yüce dînimiz İslâm, ev içinde köpek beslenmesini yasaklamıştır. Zîrâ köpeğin nefesi ve salyası necistir. Nitekim köpeklerin salyalarından, tüylerinden ve hattâ nefeslerinden çeşitli bulaşıcı hastalıkların husûle geldiği, artık günümüzde şüphe götürmez bir ilmî gerçektir. Üstelik bunlar, ilmin bugünkü ulaştığı noktada tespit edebildiği gerçeklerdir. İslâm’ın bu husustaki ölçülerinin henüz bilinmeyen kimbilir daha nice hikmetleri bulunmaktadır.

Hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi eve tesâdüfen girmiş olan bir köpek yavrusu sebebiyle Cebrâîl -aleyhisselâm-, Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanına gelememiştir. Bir de hiçbir sebep yokken irâdî olarak içinde köpek beslenen evlerin hâlini düşünmek gerekir! Zîrâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, Hazret-i Âişe’ye:

“–Bu köpek yavrusu buraya ne zaman girdi?” diye sorması ve onun da:

“–Vallâhi bilmiyorum.” diye yemin ederek cevap vermesi de gösteriyor ki, bir müslümanın evinde bile bile köpek bulundurması söz konusu olamaz. Bu hâdise de sebepsiz değil, mü’minler için bir hükmün zâhir olması hikmetine binâen vukû bulmuştur.

Kedi, evcil bir hayvandır; onun evde bulunmasında mahzur yoktur. Fakat ev içinde köpek beslemek câiz değildir. Ancak avcılık, çobanlık ve bağ-bahçe bekçiliği gibi vazîfeler için -o da evin dışında olmak kaydıyla- köpek beslenmesine müsâade edilmiştir. Zîrâ bu, bir ihtiyâcı karşılamaktadır.

Hakîkaten Cenâb-ı Hak, köpeği insanın emrine vermiş ve onu birçok hayvandan farklı olarak sâhibine karşı sadâkat sâhibi kılmıştır. Üstelik onu birçok fennî âletin sâhip olamadığı müstesnâ kâbiliyetlerle donatmıştır. Nitekim bugün narkotik aramalarında veya enkaz altındaki insanların yerinin tespitinde kullanılan köpekler, bağ-bahçe ve ev bekçiliklerine ilâveten insanlığın sağlığı için de bekçilik yaparak son derece önemli hizmetler görmektedirler.

Bugün özellikle Batı âleminde âile parçalanmış ve insanlar ferd hayâtı yaşamaya başlamış olduğundan, bilhassa yalnız yaşayanlar, hırsız ve sâir menfîliklere karşı ev içinde köpek beslemektedirler. Üstelik birçok Batı ülkesinde evde bakılan köpeklere sigorta yapma mecbûriyeti bile getirilmiştir. Köpeklerinin beslenmelerine ilâveten sigorta masraflarının da ödenmesinde beis görmeyip cömert davrananların pek çoğu, her nedense toplumdaki fakirlere karşı aynı cömertliği sergileyememektedirler. Onların pekçok külfeti ve masrafı göze alarak evde köpek bulundurmaları, zamanla hem köpeğin hem de sâhibinin fıtratlarını bozmaktadır. Zîrâ köpeğe duyulan aşırı düşkünlük, onu neredeyse âilenin bir ferdi gibi görecek kadar ileriye götürülmüştür. Bu aşırılıklar, zaman zaman kendi evlâdını ikinci derecede görmeye kadar varmaktadır. Bunun en korkunç netîcesi ise egoistliğin dehhâmeleşerek evlâda verilmesi gereken sevgiyi köpeğe yönlendirmek sûretiyle evlâd sâhibi olma meylini köreltmesidir. Nitekim bugün birçok batı ülkesinde nüfus, artacağı yerde azalmaktadır.

Üstelik evde köpek beslenmesi, köpek için de bir himâye şekli değil, bilakis bir bakıma yaratılışına zıt şartlar altında yaşamak mecbûriyetinde bırakılmasıdır.

Çağların önünde giden İslâm’ın, köpek beslemeyi ancak evin dışında ve zarûretler dâhilinde tecvîz etmesine karşılık, bilhassa Batılıların bu tavırları ne korkunç bir dalâlet ve âile yıkımıdır. Maalesef son zamanlarda bizim toplumumuzda da müşâhede edilmekte olan evde köpek besleme âdeti, körü körüne batı taklitçiliğinin menfî tezâhürlerinden sâdece biridir.

İslâm’ın evde köpek beslenmemesi hususundaki yasağı, ona karşı menfî bir tavır takınmayı da gerektirmez. Yâni köpeklerin beslenmemesi veya onlara kötü muâmele edilmesi söz konusu olamaz. Bilakis İslâm, merhameti bütün mahlûkâta şâmil bir sûrette telkin ettiği için, köpeklerin de hayatlarının korunmasını, diğer mahlûkât gibi onlara da şefkat ve merhametle muâmele edilmesini emretmiştir.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte, susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe su veren günahkâr bir kadının cennetlik olduğu müjdelenmektedir.

Târihimizde de mahlûkâta merhamet duygusunun müesseseleşerek çeşitli vakıflar kurulduğu ve bu vakıfların şefkat elinin, himâyeye muhtaç hayvânâta kadar uzandığı, mâlum ve meşhurdur.

Dolayısıyla mühim olan, köpek besleme husûsunda da İslâm’ın belirlemiş olduğu meşrûiyet sınırlarına riâyet etmektir.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) At Sevgisi
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Hani kendisine bir zaman, akşamüstü iyi cins ve çalımlı koşu atları sunulmuştu. «Doğrusu ben bu iyi malları, Rabbimi anmaktan ötürü sevdim.» dedi. Nihâyet atlar, perdenin arkasına gizlendi. «Geri getirin onları bana!» dedi ve artık onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.” (Sâd, 31-33)

Bir kısım müfessirlere göre, Hazret-i Süleymân -aleyhisselâm-:

“−Ben atları, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim!” dedi.

Yâni namazını veya virdini aksatmadı. Nihâyet o atlar, perdenin ardına gizlendi. Ahırlara çekildi, yahut koşuda gözden kayboldu, o zaman namazını bitirdi. Ardından:

“−Geri getirin onları bana!” dedi.

Artık bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı. Okşadı, tımarlarına îtinâ gösterdi.

Fahreddîn Râzî’nin beyânına göre, İslâm’da olduğu gibi Hazret-i Süleymân’ın şerîatinde de savaş için at besleyip yetiştirmek müstehab idi. Birgün Hazret-i Süleymân, atları teftiş etmişti. Üç ayağını basıp bir ayağının tırnağını yere değdirmiş vaziyette duran dizi dizi atları görünce:

“Ben sırf Rabbimin adını anmak için, yâni O’nun rızâsını kazanmak ve O’nun adını yaymak için dünyâ malını sevdim; nefsim için istemedim!” demişti.

Sonra seyislere, atları koşturmalarını emretmiş, hızla koşan atlar gözden kayboluncaya dek onları seyretmiş ve ardından at bakıcılarına: “Onları bana getirin!” diye emrederek getirilen atları sevip okşamıştı. Böylece Rabbin kudret ve sanatının güzel bir tecellîsini müşâhede etmişti.

Âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki atlar, duruştaki ve gidişteki güzellikleri ile ilâhî bir kudret tecellîsini sergilerler.

At; târih boyunca cengâverlerin kahramanlık, zafer, fetih ve asâlet müjdecisiydi.

At; Allâh Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine yemîn ettiği müstesnâ yaratıklardandır:

“And olsun Allâh yolunda koştukça koşanlara. And olsun kıvılcım saçanlara. Sabah sabah akına çıkanlara ve tozu dumana katanlara. Hep birden düşman topluluğunun içine dalanlara.” (el-Âdiyât, 1-5)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, atlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Kıyâmet gününe kadar atların alınlarına hayır, yâni ecir ve ganimet düğümlenmiştir.” (Buhârî, Cihâd, 43; Müslim, İmâre, 96-99)

“Kim Allâh’a gerçekten inanarak ve va’dine gönülden bağlanarak O’nun yolunda cihâd etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyâmet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır.” (Buhârî, Cihâd, 45; Nesâî, Hayl, 11)

Atlar, rûhî bakımdan insanlara en yakın mahlûklardır. Harbe girecek süvârî, atını kendi hissiyâtına uygun olarak seçer. Çünkü atlar, düşman karşısında, üstündeki süvârîsiyle beraber aynı heyecânı yaşarlar. At, aynı zamanda bir kudret tecellîsidir. Vücûdu da, ayrı bir tenâsüb ve zarâfet içindedir.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) İmtihân Edilmesi
Birgün Allâh Teâlâ, Hazret-i Süleymân’ı imtihân etti. Bir anda bütün kudretini elinden aldı. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“And olsun ki, Süleymân’ı imtihân ettik. Tahtının üstünde bir cesed (gibi) bırakıverdik. Sonra tevbe ile eski hâline döndü.” (Sâd, 34)

Süleymân -aleyhisselâm-’ın bir anda herşeyi elinden alınmış; hiçbir şeyi kalmamıştı.

Âyette geçen “fitne” yâni imtihan hakkında çeşitli rivâyetler vardır:

1. Hazret-i Süleymân, Mescid-i Aksâ’yı yaptırdığı sırada, getirdiği sanatkârlar içinde sanatların hîlelerini bilen birtakım şeytanların kurdukları bir ihtilâl yüzünden bir süre nüfûzunu kaybetmiş, yahut tahtından ayrı kalmış; böylece tahtında, ya kendisi kuvvetsiz bir cesed hâlinde hükümsüz kalmış, yahut tahtı da işgâl edilip yerine kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu.

2. Bir rivâyette Süleymân -aleyhisselâm-, zevcelerinin hepsinden oğlan çocuğu olmasını ve bunların da Allâh yolunda küffâr ile cihâd etmelerini istedi. Fakat «inşâallâh» diyerek Allâh’ın ismini anmayı unuttu. Bunun üzerine ancak bir zevcesinden sakat bir oğlu dünyâya geldi. (Buhârî; Enbiyâ 40, Eymân 3; Müslim, Eymân 23/1654)

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de kendisine, rûh, Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn -aleyhisselâm- hakkında suâl sorulduğunda:

“−Yarın gelin haber vereyim!” buyurmuştu.

Ancak «inşâallâh» demeyi unutmuştu. Bu sebeple Efendimiz’e de bir müddet vahiy gelmedi. Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“Allâh’ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallâh demedikçe), hiçbir şey için «Bunu yarın yapacağım!» deme! Bunu unuttuğun takdirde Allâh’ı zikret ve: «Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir.» de!” (el-Kehf, 23-24)

3. Diğer bir görüşe göre Süleymân -aleyhisselâm-, şiddetli bir hastalıkla imtihân edildi. Tahtının üstünde cansız bir cesed gibi kaldı.

4. Başka bir rivâyete göre ise, Allâh Teâlâ, içine bir korku verdi. Öyle ki belâ gelmesi endîşesi ile Süleymân -aleyhisselâm- cansız bir cesed hâline geldi.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) Duası
Sonra Allâh’ın lutfu ile kendisine tekrar eski hâli bahşedildi. Süleymân -aleyhisselâm- şöyle istiğfâr etti:

“«Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen, dâimâ bağışta bulunansın.» dedi.” (Sâd, 35)

Süleymân -aleyhisselâm-’ın kimsenin muktedir olamayacağı güçlerin kendisine verilmesini istemesi, tefâhür (övünmek) için değildi. Zamanındaki zâlim pâdişahları zelîl etmek içindi. Çünkü devrindeki pâdişahlar, gurur ve kibir içinde zulmediyorlardı.

Fahreddîn Râzî, Süleymân -aleyhisselâm-’ın duâsına şöyle bir mânâ da vermiştir:

“Rabbim! Bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona kavuşup öldükten sonra «Dünyâ mülkünün vefâsı olsaydı, Süleymân’a olurdu!» denilsin de, kimsenin dünyâ saltanatına hırs ve rağbeti kalmasın!”

Bu ifâdeden anlaşıldığına göre Süleymân -aleyhisselâm-’ın asıl maksadı, dünyâ mülkünü değil, âhiret mülkünü istemektir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Her kim âhiret kazancını isterse, ona ondan veririz. Her kim de dünyâ gelirini isterse, ona da ondan veririz; fakat onun için âhirette bir nasîb yoktur.” (eş-Şûrâ, 20)

Yine âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere Allâh Teâlâ, Hazret-i Süleymân’ın duâsını kabûl etti:

“Biz rüzgârı O’na boyun eğdirdik. O’nun emriyle, istediği yere tatlı tatlı akıp giderdi. Bütün binâ yapan, dalgıçlık yapan şeytanları da. Ve (kötülük yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış diğerlerini (yâni cinleri veya isyancı kabîleleri, köle ve esirleri de O’na boyun eğdirdik!)” (Sâd, 36-38)

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, Allâh Teâlâ, binâ ve dalgıçlık yapmak için şeytanları (cinleri) Hazret-i Süleymân -aleyhisselâm-’ın emri altına vermiştir. Bu şeytanlardan bir kısmı, Hazret-i Süleymân’ın emriyle büyük binâlar, mescidler, saraylar, resimler, havuz gibi çanaklar, sâbit büyük kazanlar yapıyorlardı ki, bu işleri yapmaya insanlar güç yetiremiyorlardı. Bu şeytanlardan bir kısmı da, denizden çeşitli nîmetler, cevherler ve ancak denizde bulunabilen güzel eşyâlar çıkarıyorlardı.

Âyet-i kerîmedeki; “zincirlerle birbirine bağlanmış diğerleri” ifâdesi ise iki şekilde anlaşılmıştır:

1. Bir kısım müfessirler, Süleymân -aleyhisselâm-’ın elinde bulunan köle ve esirler olarak yorumlamışlardır. Bu tefsîre göre Hazret-i Süleymân, köle ve esirleri iş yapmaları ve kaçmamaları için bağlatmıştır.

2. Bir kısım müfessirler de bu ifâdenin, bazı şeytanların (cinlerin) Hazret-i Süleymân’ın emrine karşı geldikleri ve bu yüzden çalışmaları ve cezâlandırılmaları için zincire vuruldukları anlamına geldiğini söylemişlerdir. Ekseriyetle bu ikinci görüş kabûl edilmiştir.

İbn-i Kesîr de bu ikinci görüşü kabûl eder ve zincire vurulanların, şeytanların inatçı, isyankâr, iş yapmaktan imtinâ eden, direnen veya güzel iş yapmayan kısmı olduğunu söyler.

Hazret-i Süleymân’a böyle bir kudret ve ihtişam veren Allâh Teâlâ, O’na geniş bir tasarruf salâhiyeti de vermişti. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“«–İşte bu bizim bağışımızdır! İster ver, ister (elinde) tut; hesapsızdır!» dedik. Doğrusu O’nun, bizim katımızda büyük bir değeri ve güzel bir yeri vardır.” (Sâd, 39-40)

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

“Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı bozdurmak için üzerime atıldı. Allâh bana imkân verdi de onu kıskıvrak yakaladım. Hattâ sabah olunca hepiniz göresiniz diye onu mescidin direklerinden birine bağlamayı arzu ettim. Ancak, kardeşim Süleymân -aleyhisselâm-’ın şu sözünü hatırladım: «Rabbim! Beni mağfiret et; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver.» (Sâd, 35) Allâh da onu hor ve hakîr olarak geri çevirdi.” (Buhârî, Salât 75; Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39/541)

Süleymân -aleyhisselâm- kendisine bu kadar büyük bir zenginlik ve saltanat lutfedilmiş olmasına rağmen, dâimâ huşû, tevâzû ve vecd içinde bir kulluk hayâtı yaşayıp kalbini dünyâdan müstağnî kılmayı bilmiştir. Nitekim O’nun bu fazîletini beyan sadedinde:

“Süleymân -aleyhisselâm- kendisine bahşedilen mülke rağmen Allâh’a duyduğu huşû sebebiyle, ölünceye kadar başını semâya kaldırmamıştır.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c. VIII, s. 118) buyrulmuştur.

Beyt-i Makdis’in İnşâsı
Dâvûd -aleyhisselâm-, Allâh -celle celâlühû-’nun emriyle Beyt-i Makdis’in inşaatını başlatmış fakat ömrü kifâyet etmemişti. Bunun üzerine Süleymân -aleyhisselâm- cinleri topladı. Onlarla beraber Beyt-i Makdis’in inşâsını devâm ettirdi. Etrâfına da on iki mahallesi olan bir şehir kurdurdu. (M.Ö. 967 veya 953)

Başlangıçta Beyt-i Makdis diye bilinen bu mâbedin ismi sonradan Mescid-i Aksâ oldu. Fazîleti bakımından üç büyük mescidden biridir. Bu üç mescidin birincisi Mescid-i Harâm (Kâbe), ikincisi Mescid-i Nebevî, üçüncüsü ise Mescid-i Aksâ’dır.

İçinde mukaddes emânetlerin ve Tevrât levhalarının bulunduğu Tâbût da bu mescidde bulunmaktaydı.

Beyt-i Makdis, Süleymân -aleyhisselâm-’ın vefâtından sonra muhtelif zamanlarda birkaç kez tahrip olmuştur. Nitekim, M.Ö. 586’lı yıllarda Buhtünnasr (Nabuketnazzar) Kudüs’e girdi ve şehri yaktı. Mescid-i Aksâ’nın mücevherlerini alıp Bâbil’e götürdü. Beyt-i Makdis, uzun yıllar harâbe hâlinde kaldı. Persler, Bâbillileri yenip yahudîlerin tekrar eski topraklarına dönmelerine ve mâbedi yeniden yapmalarına izin verince M.Ö. 515’te mâbed ikinci defa yapıldı. Ancak M.S. 70 senesinde Romalılar mâbedi yakıp yıktılar. Mâbedin yeri uzun süre boş kaldı. Ancak bu mübârek mekân yine de bir mâbed olarak biliniyor ve kalıntıları korunuyordu. Mîlâdî 637 yılında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buraya bir mescid yaptırdığı rivâyet edilir. 691’de Emevî halifesi Abdülmelik, Peygamber Efendimiz’in Mîrâc’da ayağını bastığı yere “Kubbetü’s-sahrâ”yı, yanına da “Mescid-i Aksâ”yı yaptırmış, inşaat, oğlu I. Velid zamanında tamamlanmıştır. Mescid-i Aksâ, günümüze gelene kadar pekçok tamirât ve tâdilât geçirmiştir.

Mescid-i Aksâ’nın, dînimizde ulvî bir yeri ve yüksek bir fazîleti bulunmaktadır. Zîrâ o, İslâm’ın ilk kıblesidir. Müslümanlar, hicretin on altıncı ayına kadar Mescid-i Aksâ’ya dönerek namaz kılmışlardır. Diğer taraftan “İsrâ hâdisesi”nin bitiş noktası ve Mîrâc’ın başlangıç noktası da Mescid-i Aksâ olmuştur.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“(Ziyâret maksadıyla) ancak üç mescide seyahat edilebilir: Mescid-i Harâm, benim şu mescidim ve Mescid-i Aksâ.” (Buhârî, Fedâilü’s-Salât, 6; Müslim, Hacc, 288/827)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:

“Hazret-i Süleymân, Beytü’l-Makdis’i binâ ettiği zaman, Allâh’tan kendisine üç imtiyaz vermesini istedi:

–İlâhî hükme muvâfık düşecek hüküm (verme melekesi) taleb etti; bu O’na verildi.

–Kendisinden sonra kimseye verilmeyecek bir saltanat taleb etti; bu da O’na verildi.

–Mescidin inşaatını bitirdikten sonra, bu mescide sırf namaz kılmak için gelenlerin, oradan çıkarken, annelerinden doğdukları gündeki gibi bütün günahları affedilmiş olarak çıkmalarını istedi; bu duâsı da kabûl edildi.” (Nesâî, Mesâcid, 6; İbn-i Mâce, İkâmetü’s-Salât, 196/1408)

Hz. Süleyman (a.s.) ve Karınca
Cenâb-ı Hak buyurur:

“Süleymân’ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları toplandı; hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu. Nihâyet Karınca Vâdisi’ne geldikleri zaman, bir karınca: «–Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!» dedi.” (en-Neml, 17-18)

“Hazret-i Süleymân’ın saltanatı, çok büyük bir saltanattır; çiğnenirsiniz! Yuvalarınıza çekilin!” dedi.

Bu sözleri işiten Süleymân -aleyhisselâm-:

“–Hayır, benim saltanatım geçicidir! Benim dünyevî hayâtım da hududludur. Bir kelime-i tevhîdin getirdiği saâdet ise sonsuzdur!” dedi.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“(Süleyman) onun (karıncanın) sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: «Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nîmete şükretmeye ve hoşnud olacağın sâlih ameller işlemeye muvaffak kıl! Rahmetinle, beni sâlih kulların arasına kat!»” (en-Neml, 19)

Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere Süleymân -aleyhisselâm- bütün saltanatına rağmen büyük bir tevâzû ve kulluk şuuru içinde kendisiyle birlikte ana-babası için Hakk’ın rahmetine sığınmıştır.

Süleymân -aleyhisselâm-’ın annesinin bir nasihatini, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber vermişlerdir:

“−Yavrum! Geceleri çok uyuma! Zîrâ geceleri çok uyumak, kıyâmet günü insanı fakir bırakır.” (İbn-i Mâce, İkâmetü’s-Salâh, 174/1332)

Bu bakımdan, âhiretin fakirleri durumuna düşmemek için, dünyânın rahatına ve saltanatına aldanmadan, Hakk’a kulluk yolunda gayret göstermek îcâb eder.

Hz. Süleyman (a.s.) Hüdhüd Kuşu ve Belkıs
Süleymân -aleyhisselâm-, Mescid-i Aksâ’nın inşaatının bitmesiyle, rüzgâr, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşî hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte Mekke’ye doğru bir yolculuk yaptı. Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Mekke’yi teşrîf edeceklerini de haber verdi. Oradan San’a şehrine geçti. Gördüğü güzel bir vâdîde namaz kılmak istedi. Bu arada Hüdhüd, onlar namaz kılana kadar etrâfı dolaşmak arzusuyla ordudan ayrıldı. Orada rastladığı diğer hüdhüd kuşlarının arasına karıştı. Gittiği yerlerde gördüğü manzaralar karşısında hayran kaldı. Öbür hüdhüd kuşları, onu Belkıs’ın sarayının bahçelerinde gezdirdiler.

Bu sırada Süleymân -aleyhisselâm-, abdest suyu bulması için Hüdhüd’ü aradı. Çünkü Hüdhüd’ün vazîfesi, abdest almak için su bulunan mıntıkaları bildirmekti.[2] Süleymân -aleyhisselâm- ne kadar aradıysa da Hüdhüd’ü bulamadı. Âyet-i kerîmelerde bu hâl şöyle bildirilir:

“(Süleymân) kuşları teftiş etti ve şöyle dedi: «Bana ne oluyor ki Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?»” (en-Neml, 20)

Önce, “Bana ne oluyor ki, Hüdhüd’ü göremiyorum?” diyerek şefkatle Hüdhüd’ü arayan Süleymân -aleyhisselâm-, onun kendisinden izinsiz olarak ayrıldığını öğrenince, ordusundaki disiplin kâidesinin gereği olarak bu defa şöyle dedi:

“Ya bana (mâzeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da onu şiddetli bir azâba uğratacağım, yahut boğazlayacağım!” (en-Neml, 21)

“Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: «Ben, Sen’in bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve mühim) bir haber getirdim!» dedi.” (en-Neml, 22)

Sebe’, Yemen’de dedelerinin ismiyle anılan bir kabîlenin adıdır. Sebe’ şehri, Belkıs’ın hükmettiği ülkenin başkenti idi. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“And olsun Sebe’ kavmi için oturduğu yerlerde büyük bir ibret vardır. Biri sağda, diğeri solda iki bahçeleri vardı. (Onlara:) «Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin! İşte güzel bir memleket ve çok bağışlayan bir Rab!» (demiştik!)” (Sebe’ 15)

Hüdhüd, gördüklerini Süleymân -aleyhisselâm-’a anlatmaya devâm etti:

“Gerçekten, onlara (Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım.” (en-Neml, 23)

“Onun ve kavminin, Allâh’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidâyeti bulamıyorlar.” (en-Neml, 24)

“(Şeytan) göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allâh’a secde etmesinler (diye böyle yapmış). (Hâlbuki) yüce Arş’ın sâhibi olan Allâh’tan başka ilâh yoktur.” (en-Neml, 25-26)

“(Süleymân Hüdhüd’e) dedi ki: «–Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız!»” (en-Neml, 27)

Süleymân -aleyhisselâm-’ın bir mührü vardı. Yüzük taşı şeklinde taşıdığı bu mührü, parmağına geçirdiğinde bütün mahlûkat kendisine itâat ederdi. Rivâyet edildiğine göre, üzerinde: “Lâilâhe illâllâh Muhammedü’r-Rasûlullâh” yazılıydı.

Hazret-i Süleymân, “besmele” ile başlayan bir mektup yazdı, üzerine de meşhur mührünü vurarak Hüdhüd’e verdi. Ardından da şöyle tembihledi:

“Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver; sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak!” (en-Neml, 28)

Hüdhüd, mektubu aldı ve Belkıs’ın tahtının üzerine bıraktı. Sonra bir kenara çekilip olanları seyretmeye başladı.

Sabahleyin uykudan kalkan Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu gördü. Kimin getirdiğini merak etti. Çünkü kapılar kapalıydı. Muhâfızlara sordu:

“–Bu mektubu kim getirdi?” dedi.

Onlar da:

“–Bizler kapının önünde bekçi idik. Hiç kimse içeri girmedi!” dediler.

Bunun üzerine Belkıs şaşkınlıkla mektubu açtı. Okudu ve hayretler içinde kaldı. Derhal kavminin ileri gelenlerini topladı ve onlara:

“«–Beyler, ulular! Bana çok önemli (şerefli) bir mektup bırakıldı!» dedi. Mektup Süleymân’dandır; Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla[3] (başlamakta)dır.” (en-Neml, 29-30)

Bazı müfessirler, Belkıs’ın mektuba ve içindekilere bu ifâdelerle gösterdiği hürmet mukâbilinde, netîcede hidâyetle şereflendiğine işâret etmektedirler.

Nitekim sihirbazlar da, Mûsâ -aleyhisselâm-’a:

“–Yâ Mûsâ! Önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” diyerek hürmet ve nezâket göstermişler ve sonunda îmanla müşerref olmuşlardı.

Buna mukâbil İran Kisrâsı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hidâyete dâvet mektubunu alınca, yırtıp yere attığı ve hakâret ettiği için, mülk ve saltanatı parçalanmış, hayâtı küfürle son bularak, bedbaht bir şekilde kötü bir âkıbete dûçâr olmuştur.

Allâh dostlarından Bişr-i Hafî ise, üzerinde “Allâh” ismi yazılı bir kâğıdı yerden almış, temizleyerek güzel kokular sürmüş ve evinin en güzel bir yerine asmıştı. Bu hürmet dolu tâzimi sebebiyle Allâh Teâlâ, onu büyük mükâfâtlara nâil kıldı. Sâlihler kervanına dâhil etti.

Belkıs mektubu okumaya devâm etti:

“(Hazret-i Süleymân) «Bana baş kaldırmayın, teslîmiyet gösterip bana gelin!» diye (yazmaktadır).” (en-Neml, 31)

Süleymân -aleyhisselâm-, mektubundaki “besmele” ile, Belkıs’a, ibâdetin yalnız Allâh’a yapılacağını anlatmıştı. Böylece hak îtikâdı beyândan sonra “Bana karşı tekebbürde bulunmayın!” buyurmak sûreti ile de, nefs muhâsebesine dâvet etti ve “Bana müslümanlar olarak gelin!” buyurdu. Bu şekilde, bütün saâdetin İslâm’da olduğunu ifâde etti.

“(Sonra Melîke Belkıs) dedi ki:

«–Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin! (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir iş hakkında kesin karar vermem.»

Onlar şu cevâbı verdiler:

«–Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbâbıyız. Buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün!»” (en-Neml, 32-33)

“Melîke:

«–Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhâlde) onlar da böyle yapacaklardır. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler!» dedi.” (en-Neml, 34-35)

Hüdhüd’ün kendisine ulaştırdığı mektup ile, Süleymân -aleyhisselâm-’dan; “Bana karşı baş kaldırmayın; teslîmiyet göstererek bana gelin!” mesajını alan Belkıs, durumu halkının ileri gelenleri ile, yani istişâre kurulu ile görüşmüş, netîcede Süleymân -aleyhisselâm-’a elçiler gönderip kıymetli hediyeler takdîm ederek O’nun baskısından emîn kalma kararını vermişti.

Süleymân -aleyhisselâm- ise, onların hediyelerine güvendiklerini anlamış ve o hediyeleri bir rüşvet mâhiyetinde görerek tehdîd edercesine geri göndermişti:

“(Elçiler, hediyelerle) Süleymân’a gelince (onlara) şöyle dedi:

«–Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allâh’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Ama siz, hediyenize güveniyorsunuz.»” (en-Neml, 36)

“–(Ey elçi!) Onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine aslâ karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakîr hâlde oradan çıkarırız!” (en-Neml, 37)

Elçiler, Melîke’ye varıp Süleymân -aleyhisselâm-’ın dediklerini anlattıklarında o:

“–Niyetimizi anlamış olmalı! Vallâhi bu sadece bir melik değildir; biz bunun karşısında duramayız!” dedi ve tekrar bir elçi göndererek:

“Kavmimin beyleri ile huzûruna geliyorum. Buyruğunu ve dâvet ettiğin dînini görmek istiyorum!” haberini yolladı.

Belkıs, meşhur tahtını, köşklerinin en sağlam ve muhâfazalı bir odasına koydurup kapılarını kilitlettirdi. Ardından büyük bir kalabalıkla Süleymân -aleyhisselâm-’ın yanına hareket etti.

Bu arada Süleymân -aleyhisselâm-, yanındakilerden Belkıs’ın Sebe’de bulunan tahtını getirmelerini istedi. Bundan maksadı, müfessirlere göre şunlardı:

1. Belkıs için Allâh’ın kudretine ve kendisinin peygamberliğine delâlet eden bir mûcize ve önceki delillere ek olarak yeni bir delil göstermek.

2. Getirttiği tahtı değiştirmek sûretiyle, bunu tanıyıp tanıyamaması bakımından Belkıs’ın aklını denemek.

3. Taht, bir krallık göstergesidir. Belkıs gelmeden, krallığının ne derecede olduğunu öğrenmek. (Fahreddîn er-Râzî, Tefsîr, c. XXIV, s. 169)

“(Süleymân müşâvirlerine) dedi ki:

«–Ey ulular! Onlar teslîmiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melîkenin tahtını bana getirebilir?»

Cinlerden bir ifrît[4]:

«–Sen makâmından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz!» dedi.” (en-Neml, 38-39)

Süleymân -aleyhisselâm-, sabahleyin tahtına oturur, dünyânın iş ve idâresiyle meşgûl olur, öğleye doğru tahtından kalkardı. Buna göre ifrît, Hazret-i Süleymân’ın tahtını, sabah ile öğle arasındaki kadar bir zamanda getirebileceğini söylemekteydi.

“Kitâbdan (Allâh tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise:

«–Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm!» dedi.

(Süleymân) onu (melîkenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce:

«–Bu, Rabbimin (gösterdiği) lutfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek için (bu lutufta bulunmuştur). Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyâcı yoktur, çok kerem sâhibidir.» dedi.” (en-Neml, 40)

Kuvvetli görüşe göre, tahtı göz açıp kapamadan getiren ilim sâhibi zâtın, Süleymân -aleyhisselâm-’ın vezîri Âsâf bin Berhiyâ olduğu bildirilmektedir.

Keramet
Evliyâdan zuhûr eden kerâmetler, yâni fizik ötesi hâdiseler iki kısımdır:

1. Allâh -celle celâlühû-’nun zât, sıfat ve fiillerine âit bilgilerdir. Buna “keşf” de denir. Bunları, akıl ve düşünmek ile elde etmek mümkün değildir. Ancak Allâh Teâlâ, bunu seçtiği kullarına ihsân eder.

2. Madde âleminde meydana gelen hârikulâde hadiselerdir. Allâh Teâlâ, bunları da seçtiği kullarına lutfeder.

Halk, ikincisine îtibâr eder. Makbûl olan ise, birincisidir.

İmâm Şâfiî şöyle der:

“İmâm Mûsâ Kâzım’ın kabrinde duâmın kabûl olması, bana bir tiryak hâline geldi. Bunu çok tecrübe ettim.”

İmâm Gazâlî Hazretleri:

“Diri iken feyz alınan kimseden, tevessül ile ölümünden sonra da feyz alınır!” buyurmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın ölümlerinden sonra da büyük tasarruf verdiği velîlerden Ma’rûf-i Kerhî ve Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri meşhûrdur.

Kerâmet, zaman zaman ashâb-ı kirâm arasında da vukû bulmuştur:

Hicretin yirmi üçüncü senesinde İranlılar’la yapılan savaşta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Medîne-i Münevvere’de minberden:

“–Ey Sâriye! Dağa, dağa!” diye Hazret-i Sâriye’yi ve berâberindeki İslâm ordusunu uyarmış, onlar da bu sesi işitmişlerdir. (İbn-i Ha*cer, el-İsâ*be, II, 3)

Enes -radıyallâhu anh- da şöyle buyurur:

“Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından iki kişi (Üseyd bin Hudayr ve Abbâd bin Beşir) karanlık bir gecede Peygamber -aleyhisselâm-’ın yanından çıktılar. Önlerinde meş’ale gibi iki ışık peydâ oldu. Birbirlerinden ayrılınca da evlerine varıncaya kadar herbirinin yolunu bir ışık aydınlattı. (Buhârî, Salât 79; Menâkıbü’l-Ensâr 13)

İmâm Ali Rızâ -rahmetullâhi aleyh-, bir duvarın yanında oturuyordu. Bir kuş gelip ötmeye başladı. İmâm Ali Rızâ -rahmetullâhi aleyh- yanındakilere:

“–Bu kuş, bir yılanın kendi yuvasına doğru yaklaşmakta olduğunu söylemekte ve «Yavrularımı kurtarın!» diye feryâd etmektedir!” dedi.

Yanındakiler gittiler ve gördüler ki, hakîkaten kuşun yuvasına bir yılan musallat olmuş. Bunun üzerine kuşun yavrularını kurtarmak için derhal yılanı öldürdüler.

Belkıs’ın tahtının, Süleymân -aleyhisselâm-’ın mûcizesiyle değil de Âsâf bin Berhiyâ’nın kerâmeti ile getirilmesindeki nükte, Süleymân -aleyhisselâm-’ın mânevî büyüklüğünün anlaşılması içindir. Zîrâ Âsâf bin Berhiyâ, Süleymân -aleyhisselâm-’ın vezîri idi.

“(Süleymân devamla) dedi ki:

«–Onun tahtını tanınmaz hâle getirin; bakalım tanıyacak mı, yoksa tanıyamayacak mı?!»” (en-Neml, 41)

Taht, çok kısa bir sürede getirilmişti. Bu müddet, göz açıp kapayıncaya kadar olan bir an idi. Hâlbuki tahtın getirildiği mesâfe, bir görüşe göre üç günlük (Sebe’ ile San’a arası), bir rivâyete göre, iki aylık (Sebe’ ile Şam arası), diğer bir görüşe göre de Sebe’ ile Kudüs arası mesâfedir. Tahtın bu kadar kısa bir sürede getirilmesi, sıradan bir hâdise değil, ancak bir kerâmettir.

“Melîke (Belkıs) gelince:

«–Senin tahtın da böyle mi?» dendi.

O şöyle cevap verdi:

«–Bu sanki odur! Bize daha önce (Allâh’tan) bilgi verilmiş ve biz müslüman olmuştuk. (Yâni Cenâb-ı Hakk’ın kudreti ve Hazret-i Süleymân’ın peygamberliği husûsunda önceden vukû bulan hâdiseler de bize bir kanaat vermişti.)»

Onu (Belkıs’ı), Allâh’tan başka taptığı şeyler (o zamana kadar tevhîd dînine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkârcı bir kavimdendi.” (en-Neml, 42-43)

“Ona:

«–Köşke gir!» denildi. Melîke onu görünce derin bir su sandı ve eteğini yukarı çekti.

Süleymân:

«–Bu, billûrdan yapılmış, şeffaf bir zemîndir!» dedi.

Melîke dedi ki:

«–Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleymân’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslîm oldum.»” (en-Neml, 44)

Rivâyete göre Hazret-i Süleymân, Sebe’ Melîkesi Belkıs gelmeden önce, bir köşk inşâ ettirmişti. Bu köşkün avlusu billûrdan yapılmış, altından da su akıtılmış ve suya balıklar konmuştu. Belkıs, zemînin şeffaf bir madde olduğunu farkedemediği ve sudan geçeceğini sandığı için eteğini çekmişti. Bütün bu tedbîr ve tertipler, onun akıl ve bilgisine güvenini sarsmış, gönlünü ilâhî irşâdı kabûle hazırlamıştır. Böylece Belkıs, bunun bir beşer hâdisesi olmadığını teşhîs edip orada azamet-i ilâhiyeyi müşâhede etti ve müslüman oldu.

HZ. SÜLEYMAN’IN (A.S.) VEFATI

Hazret-i Süleymân -aleyhisselâm- vefâtı esnâsında bir asâya dayanmaktaydı. Bu yüzden ayakta durduğu için O’nun vefât ettiğini etrâfındakilerden hiç kimse fark etmemişti. Tâ ki bir ağaç kurdu asâsını yiyip Hazret-i Süleyman yere yıkılınca vefât etmiş olduğu anlaşıldı. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“(Süleymân’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, O’nun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azâb içinde kalmazlardı.” (Sebe’, 14)

Süleymân -aleyhisselâm- irtihâl edince, cesedinin uzun süre asâsına dayanarak ayakta kaldığı anlaşılmaktadır. Âyet-i kerîmede cinler hakkında buyrulan “küçük düşürücü azap” tâbiri, onların güç işlerde çalıştırılmalarına binâen kullanılmıştır. Onlar, Süleymân -aleyhisselâm-’ın öldüğünü anlamadıkları için, O’nun hayâtında olduğu gibi yine yorucu işlerine devâm etmişlerdi. Buradan, cinlerin gaybı bilmedikleri anlaşılmaktadır.

Süleymân -aleyhisselâm-’ın hayâtı gibi vefâtı da, tevhîd mücâdelesi vasfındaydı. Çünkü vefâtıyla da, Allâh’tan başka hiçbir varlığın gaybı bilemeyeceğini, ancak Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle buna vâkıf olunabileceğini tebliğ etmişti. Cenâb-ı Hak, Süleymân -aleyhisselâm-’ın vefâtını çok âciz bir varlık olan ağaç kurdu vâsıtasıyla ortaya çıkararak, gaybı bildiğini iddiâ eden cinlerin de, Allâh’ın irâdesi dışında hiçbir şey bilemeyeceklerini açıkça beyân etmiştir.

Diğer taraftan, büyük bir mülk ve saltanata sâhip olan Süleymân -aleyhisselâm-’ın ayakta ölmesi, ne kadar düşündürücü bir tecellî ve büyük bir ibrettir. Zâten tüm peygamberlerin sözleri, yaşayışları ve başlarından geçen hâdiseler, arkalarından gelen bütün ümmetlere birer ibret vesilesidir.

Nitekim dünyânın fânîliği ve Süleymân -aleyhisselâm-’ın muazzam saltanatının bile geçiciliği, bir öğüt ve darb-ı mesel hâline gelmiştir. Ziyâ Paşa, meşhur Terkîb Bend’inde şöyle der:

Seyr etti hevâ üzre denir taht-ı Süleymân,

Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!..

Yûnus Emre Hazretleri’nin darb-ı mesel hâline gelmiş bir dörtlüğü de şöyledir:

Mal sâhibi, mülk sâhibi,

Hani bunun ilk sâhibi?

Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan!..

Hz. Süleyman’ın (a.s.) Saltanatı ve Tevâzûsu
Süleymân -aleyhisselâm- çok mütevâzî idi. Sabahleyin kalkınca, miskin ve garîblerin yanına gider, onlarla oturur:

“Miskin, miskinlere yakışır!” derdi.

Halk arasında Süleymân -aleyhisselâm- ve serçe kuşu arasında geçen şöyle bir ibretli hâdise nakledilir:

Süleymân -aleyhisselâm- birgün, serçe kuşunu (veya Hüdhüd kuşunu) azarlamıştı. Bunun üzerine serçe, Süleymân -aleyhisselâm-’ı tehdîd etti:

“–Senin saltanatını ve sarayını mahvederim!” dedi.

Süleymân -aleyhisselâm-:

“–Senin sıkletin ne ki, benim sarayımı mahvedesin!” dedi.

O küçük kuş şöyle cevap verdi:

“–Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan vakıf toprağını senin sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!”

Bu kıssadan hisse olarak, vakıf mallarının ne kadar ehemmiyetli olduğunu kavrayıp onlara karşı son derece hassâsiyet ve hakkâniyetle yaklaşmak gerektiğini idrâk etmeliyiz. Nitekim büyüklerimiz, “Vav’lardan (yâni vallâhi diyerek lüzumsuz yere yemin etmekten, mes’ûliyet şuur ve hassâsiyeti taşımayan bir vâli olmaktan, vazifesini îfâ edemeyen bir vasî olmaktan ve vakıf malına ihânet etmekten) sakının!” buyurmuşlardır.

Buradaki sakınmaktan maksat, bu müesseselerde çalışanların hak ve hukûka ziyâdesiyle dikkat etmeleridir. Çünkü vakıf malı, temlîk ve temellükten menedilen, mülkiyeti Allâh Teâlâ’ya, faydası ümmete âit olan menkul veya gayr-i menkullerdir.

Bazı kaynaklarda, Süleymân -aleyhisselâm-’ın diğer peygamberlerden beş yüz sene sonra cennete gireceği rivâyet edilir. Zîrâ Hazret-i Süleymân’a büyük bir saltanat ve zenginlik verilmiştir. Bu sebeple bütün bunların hesâbını vermek uzun süreceğinden, cennete diğer peygamberlerden sonra gireceği bildirilmektedir.[5] Nitekim âyet-i kerîmede peygamberlere de hesâb sorulacağı beyân edilmektedir:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlakâ hesâba çekeceğiz!” (el-A’râf, 6)

Hz. Süleyman’ın (a.s.) Ardından
Süleymân -aleyhisselâm-’dan sonra, on iki kabîleden meydana gelen Benî İsrâîl, ikiye ayrıldı. On kabîleden İsrâîl devleti, iki kabîleden de Yahûda devleti kuruldu.

On kabîleden kurulan İsrâîl devletini M.Ö. 721’de Âsurîler yıktı. İki kabîleden kurulan Yahûda devletini ise, M.Ö. 586’da Bâbil hükümdârı Buhtünnasr yıktı. Buhtünnasr, Kudüs’ü yaktı, halkın büyük çoğunluğunu öldürdü. Kalanları da Bâbil’e sürdü. Bu zâlim, Nemrûd’dan sonra dünyâ hâkimiyetini eline geçiren ikinci îmânsız kraldır. Bâbil’i îmâr edip ülkesinin merkezi yaptı. Doğu ve batıda kendisine karşı koyacak kimse bırakmadı. Böylece gurura kapılarak tanrılığını îlân etti. Nihâyet aklını zâyî ederek kendisinin bir öküz olduğunu zannetmeye başladı. Yedi yıl, ormanlarda dolaştı. Bu arada krallığı, hanımı idâre etti. Vefâtından bir sene evvel, aklı kendisine iâde edilip böylece öldüğü rivâyet edilir.

Buhtünnasr, Kudüs şehrini defalarca yağmaladı. Tevrât ve Zebûr’u yakıp ortadan kaldırdı. Böylece zaman geçtikçe Tevrât’ın birçok bölümü tabiî olarak unutuldu. Hatırda kalanlar yazılmaya başlandığında ise, Tevrât aslî hüviyetini tamâmen kaybetti, birbirini tutmayan çeşitli risâleler ortaya çıktı. Takriben M.Ö. 500. yıllarda yaşamış olan Ezrâ (Üzeyr), yazılan bu Tevrât’ları topladı. Mâbedin ikinci kez yapılışında bulundu. Bugünkü yahûdî anlayışına göre o zamana kadar tamâmen kaybolmuş olan Tevrât’ı, Rab Yehuda, Ezrâ’ya yeniden vahyederek yazdırmıştır.

Îran hükümdârı Nüşek (Koreş veya Cyrus), Bâbillileri yenince, Benî İsrâîl’in yeniden Kudüs’e dönmelerine izin verdi. İsrâîloğulları, M.Ö. 515 yılında Mescid-i Aksâ’yı tâmir ettiler. Önce Persler’in, sonra Makedonyalılar’ın emri altında yaşadılar. M.S. 63 yılında Romalılar, Kudüs’ü zaptederek yahûdîleri tekrar dağıttılar. Mescid-i Aksâ yeniden harâb oldu.

İsrâîloğulları’nın bu kadar belâya dûçâr olmaları, kendi azgınlıkları yüzündendi. Onlar bu azgınlıkları ile, nefislerine uymadığı zaman Tevrât ve Zebûr’u değiştirmişler, böylece hak dîni bozmuşlardı. Bu davranışlarına mânî olmak isteyen Zekeriyyâ -aleyhisselâm- ve Yahyâ -aleyhisselâm- gibi bâzı peygamberleri de, hiç acımadan hunharca katletmişlerdi.

Hârût ve Mârût Kıssası
Yahûdîler arasında sihir yaygındı. Bu yüzden Hazret-i Süleymân’ın büyük bir sihirbaz olduğunu, hükümdarlığı da sihir ile elde ettiğini, hayvanlara ve cinlere büyü ile hükmettiğini söylerler ve buna inanırlardı. Ancak Hazret-i Süleymân, Kur’ân-ı Kerîm’de peygamber olarak tanıtılınca:

“Muhammed, Süleymân’ı peygamber sanıyor, hâlbuki o, bir büyücüdür!” demişlerdi. Bunun üzerine aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Süleymân’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbî oldular. Hâlbuki Süleymân, (sihir yapıp) kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Bâbil’de Hârût ile Mârût isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek, herkese:

«–Biz ancak imtihan için gönderildik. Sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız!» demeden, hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile kocanın arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allâh’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de, zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) âhiretten nasîbi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (el-Bakara, 102)

Müfessir Fahreddîn er-Râzî, Hârût ile Mârût adlı iki meleğin yeryüzüne indiriliş sebebini şöyle açıklar:

1. Bu iki meleğin yeryüzüne indirildiği esnâda sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir mevzuunda daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiâsında bulundular. Böylece insanlara meydan okudular. Bu sebeple Allâh Teâlâ, insanların, peygamberlik iddiâ eden bu yalancıları tanıyıp onlara karşı koyabilmeleri için sihri öğretmek üzere bu iki meleği gönderdi.

2. Mûcizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mûcize ile sihrin ne olduğunu bilmeye bağlıdır. Hâlbuki insanlar, o zaman sihrin mâhiyetini bilmiyorlardı. Dolayısıyla onların, mûcizenin hakîkatini bilmeleri de imkânsızdı. Bunun üzerine Allâh Teâlâ, insanlara sihrin hakîkatini anlatsınlar da mûcizenin hakîkati bilinsin diye bu iki meleğini gönderdi.

3. Diğer bir görüşe göre, Allâh’ın düşmanları arasına ayrılığı, dostları arasına da sevgiyi yerleştiren sihir, onlar için mübâh veya mendûb kılınmıştı. Bundan dolayı Allâh Teâlâ, bu gâye ile sihri öğretsin diye o iki meleği gönderdi. Maalesef o günün insanları, daha sonra bu iki melekten öğrendikleri müsbet sihri menfî şekilde, yâni Allâh’ın dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi te’sîs etmek sûretiyle zıddına ve yanlış istikâmette kullanmışlardır.

4. Sihir yasaklanmış olduğu için, onun beşer için bilinen ve tasavvur edilen bir şey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyin nehyedilmesi de düşünülemez.

5. Belki de cinler, bir benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı. Cenâb-ı Hak, cinlere karşı korunabilecekleri şeyleri insanlara öğretmeleri için bu melekleri göndermişti.

6. Bunun, kulluk mükellefiyetini zorlaştıran bir imtihan olduğu da düşünülebilir. Çünkü insanın, kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak bir şeyi öğrendikten sonra ondan uzak durması daha zordur. Bu yüzden imtihan zorlaştıkça o imtihanı kazananların ecri de o nisbette fazla olur. Bu sebeple insan, yasaktan sakınarak daha büyük bir mükâfât elde edebilir.

Nitekim Hak Teâlâ, Tâlût’un kavmini savaşa gitmekte iken sıcak bir günde, nehirden su içme husûsunda imtihân etmiş ve Tâlût, emr-i ilâhî mûcibince:

“…Kim (o nehirden) kana kana içerse, benden değildir. Eliyle bir avuç içtiği müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa, işte şüphesiz o bendendir...” (el-Bakara, 249) demiştir.

Velhâsıl, bütün bu îzahlardan da anlaşılacağı üzere Allâh Teâlâ’nın o melekleri, sihri öğretmek üzere indirmesinde pekçok hikmetler bulunmaktadır. Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, her işinde hikmet sâhibidir ve her şeyi en iyi bilendir.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) Faziletleri
1. Rüzgârlar Süleymân -aleyhisselâm-’ın emrine verilmişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ise büyük-küçük bütün melekler hizmet etti.

2. Süleymân -aleyhisselâm-, bir günde iki aylık yol giderdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrac Gecesi bir anda arşa çıktı.

3. Süleymân -aleyhisselâm-’a kuşlar gölge yapardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ise, bulut gölgelemekteydi.

4. Süleymân -aleyhisselâm-’ın mührü altında bütün mahlûkât hizmet için toplanmıştı. Kıyâmet günü bütün enbiyâ, evliyâ, şühedâ ve sulehâ, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in “Livâ-i Hamd” adlı sancağı altında toplanacaktır.

5. Süleymân -aleyhisselâm-’a bütün dünyâ mülkü verilmişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en âciz bir ümmetine ise, cennette bu dünyânın on misli büyüklüğünde mülk verildi. (Müslim, Îmân, 308; Tirmizî, Cehennem, 10)

6. Süleymân -aleyhisselâm-’a “kürsî” verildi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e “Âyetü’l-Kürsî” verildi. Âyetü’l-Kürsî, cennet hazînelerindendir; şeytanlar ondan kaçar.
________________

 


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Kapalı
Refbacks are Kapalı





Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 14:39.