IRCRehberi.Net- Türkiyenin En iyi IRC ve Genel Forum Sitesi  
 sohbet
derya sohbet


 
 
Seçenekler Stil
Alt 21 Aralık 2019, 22:54   #31
Standart

AĞIT
Ölü ardından söylenen, ölüyü yücelten ve belli bir makam ile terennüm edilen şiir. Ayrıca ölen kişinin fazilet ve kahramanlığından söz edilerek ağlamak anlamına kullanılmaktadır. Ağıt yakmak insanın acı ve elemini dile getiren bir duygunun ifadesi olduğu için hemen hemen bütün toplumlarda görülen bir alışkanlıktır. Eski Yunan, Çin, Sümer, Mısır, Arap ve Türk toplumlarında ağıt yakma adetine rastlanmaktadır. Bazen ölenin başucunda toplanan kadınlar tek tek saç-baş, yaka-paça yırtıp ağıt söyleyip ağlarlar bazan de cenaze* kalktıktan sonra ölenin eşya ve elbisesi ortaya konup, kadınlar etrafında toplanıp, şiddetle ağlayarak üst ve başlarını yırtar, saçlarını yolar ve durmadan dövünür, elleriyle yüz ve vücutlarına vururlar. Bu davranışlar ölü mezara götürülürken de yapılırdı.
Eski din ve toplum anlayışlarına yeni bir bakış açısı getiren İslâm, her hususta olduğu gibi cenazenin kaldırılması, defni ve definden sonraki durumlarına kendine has usûl ve çözümler getirmiş ve ölüm ile karşılaşıldığında, insanın ızdırabını nasıl ve hangi ölçü ve prensiplerde ifâde edebileceğini belirlemiştir .
Öncelikle insanı yaratan ve onu sevdiklerine veren Cenâb-ı Allah'tır. Ölümle de insanın ruhunu kabzeden yine Allah olduğuna göre, Allah'a inanan bir mü'min böyle bir musibet karşısında cahili bir takım duygu ve alışkanlıklarını yok etmesini bilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) her hususta olduğu gibi ölüm karşısında da müminlere sabırlı olmalarını tavsiye etmiştir.
Rivayete göre Resulullah'ın kızı Hz. Zeyneb'in can çekişen çocuğunun ölmek üzere olduğunu babasına bildirince Hz. Peygamber kızına şu haberi göndermişti:
"Allah'ın aldığı da verdiği de kendinindir. Onun katında her şey belli bir ecele bağlıdır. Sabret ve sevabını Allah'tan bekle."
Enes b. Mâlik'ten şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah ile birlikte oğlu İbrahim'in süt annesi olan Ebû Seyf Berra' b. Evs'in zevcesinin evine gittik. Resulullah, oğlu İbrahim'i kucağına aldı, öptü, kokladı. İkinci kez o eve gittiğimizde İbrahim can çekişiyordu. Nihâyet ruhunu teslim etti. Resulullah'ın iki gözü yaş dökmeye başladı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf:
"Ya Resulullah! Halk musibet anında sabretmeyebilir, fakat sen de mi?" diye hayretini ifade etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.):
"Ey Avf'ın oğlu! Bu durum, bir babanın çocuğuna karşı beslediği rikkat ve şefkat*tir. Yoksa sabır* ve tevekkülü* zedeleyen bir haykırış ve ağıt yakma değildir. " buyurdu. Sonra Resulullah'ın bu göz yaşlarını diğer damlaların izlediği görüldü. Bunun üzerine de Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Göz ağlar ve kalb mahzûn olur. Biz, Rabbimiz'in razı olacağı sözden başka bir kelime ile kederimizi ifade etmeyiz. Ey İbrahim, senin ayrılığınla çok mahzun ve kederliyiz." (Buhârî, Cenâiz, 44; Ebû Davud, Cenâiz, 24; İbn Mâce, Cenâiz, 53, 60; Ahmed b. Hanbel, III, 193)
"Nihaya"; nevh kökünden alınmış olup, "ağlarken sesi yükseltmek" demektir. Hadîsler bağırıp çağırmanın haram olduğunu açıklamışlardır. Ebû Mâlik el-Eş'ari (r.a.)'den rivayete göre Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimde, cahiliyet işlerinden olup, terketmedikleri dört şey vardır: Geçmişleriyle övünmek, kişilerin neseplerine ta'n etmek, yıldızlardan yağmur beklemek ve ölünün ardından bağırıp çağırmak." Yine şöyle buyurdu: "Bağırıp çağıran, ölmeden önce tövbe etmezse kıyamet günü üzerinde katrandan bir gömlek ve yırtık bir deri olduğu halde kalkar."
Ümmü Atıyye (r.a.) şöyle demiştir: "Resulullah, ölüye bağırıp çağırmayacağımıza dair bizden söz aldı." Bezzâr'ın, râvileri sika'dan olan bir senetle rivayet ettiğine göre; Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"İki ses dünya ve ahirette lânetlenmiştir. Nimet zamanı çalgı çalmak, musibet zamanı inlemek. " Buhârî ve Müslim'de, Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.)'den rivayet ettiğine göre; o demiştir ki; Resulullah'ın uzak olduğu şeyden ben de uzağım. Resulullah bağırıp çağırmaktan, musibet zamanı başını yolmaktan ve yaka yırtmaktan nehyetmiştir." İmam Ahmed b. Hanbel'in Enes (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, Enes (r.a.) demiştir ki: "Resulullah (s.a.s.) kadınlarla bey'atleştiği zaman, bağırıp çağırmamaları hakkında onlardan söz aldı." Kadınlar: "Ya Resulullah, cahiliyet döneminde bazıları bizimle beraber ölülerimize ağlaştılar. Şimdi biz de onların ölülerine ağlamayalım mı?", Resulullah (s.a.s.): "İslâm'da ölünün arkasından bağırarak ağlaşmak haramdır" buyurdu.
Resulullah'ın: "Ölüye akrabalarının ağlaması onun azabını arttırır." (Buhârî, Cenâiz, 32; Meğâzi, 8; Müslim, Cenâiz, 16, 17 vd.; Ebu Davud, Cenâiz 54) buyurduğu bilinmektedir. Ancak Hz. Âişe (r.a.)'ya bu hadis hakkında görüşü sorulunca, Hz. Peygamber'in bununla, kâfir kimse için akrabaları ağlarken kendisinin de azap edildiğini kasdettiğini söylemiştir. Hadisin manası: "Ölü acı duyar, ehlinin ölü için bağırıp çağırması onu üzer. Çünkü o ağlamalarını işitir. Yaptıkları işler ona arz olunur." demektir. Yoksa "âilesinin ağlamasından dolayı azap ve ceza görür" anlamında değildir.Çünkü hiçbir kimse diğerinin günahını yüklenemez. İbn Cerir'in Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: "Yaptığınız işler yakınlarınızdan ölenlere arz olunur. Eğer bir hayır görülürse, buna sevinirler; kötülük görürlerse hoşlanmazlar."
Ölü arkasından yas tutma durumuna gelince; kadının, ölen yakınları için, kocası izin verdiği müddetçe üç gün yas tutması caizdir. Üç günden fazla yas tutması ise haramdır. Ancak ölen, kendi kocası ise iddet boyunca yas tutması gerekir. İddet müddeti ise, dört ay on gündür. Ümmü Atiyye (r.a.)'den rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur. "Kadın üç günden fazla ölüye yas tutamaz. Ancak ölen kendi kocası ise, dört ay on gün yas tutar. Yas elbisesi hariç boyalı (nakışlı elbise giymez, sürme çekmez, koku sürünmez, kına yakmaz, yıkanma dışında taranmaz. Hayızdan temizlenip yıkandığında ise güzel koku sürülü bir bez parçasını kullanması caizdir." Yas tutmak; kadının, süsleneceği süslerden sürme, ipek koku ve kına gibi şeylerden vazgeçmesidir. Yas tutmak yalnız kocanın hakkına vefâ etmek ve hakkını gözetmek için iddet boyunca kadına aittir.
İslâm âlimlerinin bu hadislerden hareketle vardıkları sonuç şudur: Bir kimse ölüm musibetiyle karşılaşınca mutlaka kederlenir. Fakat sadece sessiz ağlayarak bağırıp çağırmadan, yüzüne gözüne vurmadan, elbisesini yırtmadan ah ve feryad etmeden kederini açığa vurmasında bir sakınca yoktur. Fakat böyle bir anda müslümanın kendinden geçip âdeta Allah'ın verdiği bu canı almakla ona isyan* edercesine ah ve figan ederek, üstünü başını yırtıp yüzünü gözünü tırmalaması asla caiz* değildir.
İbn Mâce, Ebû Ümâme'den rivayet edilen bir hadisi şöyle kaydetmektedir: "Ölüm karşısında ölü için yüzünü tırmalayan, yakasını yırtan ve mahv ve helâkini isteyen kadına Allah gazab eder. " (İbn Mâce, Cenâiz 52). Bu duruma göre ölüye ah ve figan ederek, elbisesini yırtıp, bağırıp çağırarak ağlamak haramdir.

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 
Alt 21 Aralık 2019, 22:54   #32
Standart

AĞLAMA
Mahzun olup Allah korkusundan yahut herhangi bir dert, tasa, acı, ümitsizlik ve bazen sevinçten dolayı gözyaşı dökmek. İncinip, azarlanıp, dövülünce müteessir olarak ağlamak. Yas, matem, yalvarma.
Allah'u Teâlâ, "Kur'an'ın müslümanlara okunduğu zaman onların ağlayarak secde ettiklerini ve Kur'an dinlemenin onların derin saygısını artırdığını, kalplerinin titrediğini" ifade buyurmaktadır. (el-İsrâ, 17/107, el-Hacc, 22/35, Meryem, 19/58) Kâfir ve münâfıklar için de "...artık kazandıkları işlere karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar." buyurur. (et-Tevb 9/8 -82)
Kur'an ve Sünnet'e göre, güldüren de ağlatan da Àllah'tır. (en-Necm 53/43) Kur'an'ın icâzı karşısında onu dinleyenlerin derileri ürpermektedir. Müslümanlar, Allah korkusundan ağlayarak secde ederler. "Eğer Kur'an bir dağa indirilseydi dağ Allah'ın korkusundan o baş eğmiş parça parça olmuş olacaktı. " (el-Haşr, 59/21) Kur'an daha önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar ağlayarak secde ederler. Allah anıldığında müslümanların kalpleri titrer, Kur'an dinlemek onların derin saygısını artırır. (el-İsra, 17/107-109, el-Hacc, 22/35) Ona inanmayanlar kazandıkları işlere karşılık az gülüp, çok ağlayacaklardır.
Resulullah (s.a.s.) "Eğer benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz." buyurmaktadır. (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Küsûf, 1)
Resulullah (s.a.s.) hiçbir zaman kahkaha atmamış, ama yüzünden de gülümsemeyi eksik etmemiştir. O, Kur'an okurken, dinlerken ağlamıştır. Resulullah müslümanları çok acıklı durumlarda, cenaze arkasında yaka bağır yırtarak, çığlık atarak, söylenerek ağlamaktan alıkoymuştur. (bk. Ağıt) O, sessizce ağlar, yanaklarından yaşlar süzülürdü. Kızı Zeynep'in çocuğu hastayken kucağına almış, ağlamış ve şöyle demiştir: "...Bu Allah'ın merhametli kullarının gönüllerine koyduğu rahmettir. Cenâb-ı Hak bu rahmeti kullarından şefkatli olanlara ihsan eder." (Buhârî, Cenâiz 23, Müslîm, Cenâiz 11, Ebu Davud, Cenâiz, 24). Resulullah, acı ve ıstırap karşısında müslümanlara sabırlı olmalarını tavsiye etmiş, ancak insanların katı, taş yürekli olamayacaklarını, merhamet ve şefkat gözyaşlarının rahmet olduğunu, ağlamanın fıtrattan olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Fâtıma, ablası Rukiyye'nin kabri başında sessizce ağlar, Resulullah (s.a.s.) da mübarek elbisesinin ucuyla onun gözyaşlarını silerdi. Kâfirler Hz. Câbir İbn Abdullah'ın babasını Uhud'da zalimce işkence ile şehid etmişler, Câbir ile bacısı şehide sarılıp ağlamışlar ve Resulullah onları alıkoymamıştır. Hicret'in ikinci senesinde ölen Osman İbn Maz'un'un cenazesi üzerine eğilen Resulullah, onu öpmüş, sürekli ağlamıştır. İbn Maz'un dışında ölen veya şehid edilen bütün sahâbelerin cenazelerinde, onlardan bahsederken de Hz. Peygamber duygulanır, ağlardı. Ancak o, yukarda belirttiğimiz gibi, sessiz sedasız ağlar, gözyaşları yanaklarından süzülürdü. Resulullah, sesli ağlamayı yasaklamış; böyle bir hali, şeytan anırması olarak nitelemiştir.
İslâm'a göre, sadece insanlar ağlamaz; yer, gök, müminin gökyüzünde bulunan rızık ve amel kapıları, melekler, hayvanlar, diğer canlılar dahi ağlamaktadır. Fir'avn ve âl-i Fir'avn'ın (denizde boğulup) helâkine gök ve yer ağlamamış ve onların azapları ihmal edilmemiştir (ed-Duhan, 44/29) Resulullah bir gün hutbe okurken, üzerinde bulunduğu hurma kütüğü inlemiş, o, mübarek elini kütüğün üzerine koyduğunda susmuş; Resulullah, o kütüğün, işittiği zikrullah için ağladığını söylemiştir.
İslâm'da geniş kütlelerin ağlama dövünme olayı yoktur. Ancak, Kerbelâ yası müstesnadır. İslâm tarihinde en çok gözyaşı, Hz. Peygamber'den sonra Hz. Hüseyin'in şehid edilmesinden dolayı dökülmüştür. İbn-i Şîrin, "Kadınlar, Yahya (a.s.)'dan sonra, Hz. Hüseyin'e ağladıkları kadar hiç kimseye ağlamamıştır." demiştir. (Zehebî-A'lâm, III, 210) Onun şahâdeti üzerine koparılan feryatlardan, Medine'de yer yerinden oynamıştır. Hz. Ümmü Seleme, Resulullah'ın da ona rüyasında ağladığını söylemiştir. Şiîlerde Kerbelâ faciasından sonra Muharrem ayında törenle ağlaşmak bir gelenek haline gelmiştir.
İslâm'dan önce cahiliye devrinde ve diğer dinlerde âyinler ve cenaze merasimleri sırasında ağlama; saçını başını yolma, vücudunu yaralama, kanatma, yüksek sesle bağıra bağıra yana yakıla hıçkırma, yaygara ve şamata kopararak ölünün özelliklerini sayıp dökme şeklindeydi. Hatta ağlayıcılık eski çağlarda geçerli bir meslekti. Resulullah (s.a.s.) bu tür çirkinlikleri lânetle anmıştır.
İslâm tarihinde "ağlayanlar" (bekkâun) denilen yedi zat vardır. Bunlar, Tebük seferberliği öncesinde Resulullah'a gelerek gazaya gitmek istediklerini, fakat binecek develeri, yiyecek azıkları olmadığını söylediklerinde Resulullah onlara "Size verecek hayvan kalmadı" demiştir. Bu cevap üzerine onlar ağlayarak geri dönmüşlerdir. Bu mücâhidler hakkında şu ayet nâzil olmuştur: "Şu kimselere de günah yoktur ki, onlar her ne zaman kendilerini bindirip cihada sevkedesiniz diye sana geldilerse sen onlara "Size binek bulamıyorum " dediğin için bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı mahzun olup gözleri yaş dökerek dönmüşlerdi" (et-Tevbe, 9/92) Bu zatlar, Sâlim İbn Umeyr, Uleyye İbn Zeyd, Ebu Leyla el-Mâzinî, Seleme ibn Sahr, Irbad İbn Sariye, bazı rivayette Abdullah ibn Mufaddal, Ma'kıl İbn Yesâr veya Amr İbn Gunme oldukları kaydedilmektedir (Tecrid-i Sarih Tercümesi X, 413).
Münâfıklar hakkında da Allah'u Teâlâ şu ayeti indirmiştir: "Allah'ın Resulü'nün arkasından oturmakla sevindiler, mallarıyla canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar. "Sıcakta sefere çıkmayın " dediler. De ki; "Cehennem'in ateşi daha sıcaktır. " Keşke anlasalardı. Artık yaptıklarına karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar." (et-Tevbe, 9/81-82) Allah'u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de kâfirlerin katı kalpliliğine işaret etmiş, Allah korkusundan ağlayan yumuşak kalpli, merhametli müminleri cennetle müjdelerken, kâfirlerin cehenneme gideceğini haber vermiştir. İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterilmiştir. Böylelikle onlar eğlenmeyi ve gülmeyi iş edinerek, inananlarla alay etmektedirler. Yani "dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." Ancak son tahlilde, "...görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek olan insanlara Allah yaptıklarını bir bir haber verecek"tir.

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 
Alt 21 Aralık 2019, 22:54   #33
Standart

el ÂHİR
Allah'ın isimlerinden biri. Zıt anlamıyla kullanılan el-Âhir, "varlıkların geçmişinden sonra bâki olan" demektir (Âlusî, Ruhu'l-Meânî Fî Tefsî'l-Kur'ani'l-Azîm ve's-Seb'i'lMesânî, Beyrut (t.y.) XXIV, 100-101; et-Taberi, Câmiü'I-Beyân an Te'vili Âyâti'l-Kur'an, nşr, A.M. Şâkir, Mısır 1374/1955, XXVII, 215).
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah'ım! Sen evvelsin ki, senden önce bir şey yoktur; Âhirsin ki, senden sonra bir şey olmaz... " diyerek, bu anlamda tefsir etmiştir (Müslim, Zikr, 61; Tirmizî, Daavâd, 19; İbn Mâce, Dua 2; Ahmed b Hanbel, II, 381)
El-Âhir ismi, Kur'an'da, Allah'tan başkası hakkında her zaman mevsufla kayıtlı olarak gelir: el-Yevmü'l-âhir, el-Âhîrin, el-Hayâtü'l-âhire (sonraki hayat) takdirindedirler. Elif lâmlı ve mutlak olarak, yalnız bir ayette Allah'ı tavsif eder: "O'dur Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın " (el-Hadîd, 57/3). Bu sıfat, yalnız bu ayette görünmekle beraber Allah'ın bâkî olduğu, başka ifadelerde de yer almaktadır. "Ondan başka ilâh yoktur, onun dışındaki her şey yok olacaktır. Hüküm onundur ve ancak ona döndürüleceksiniz" (el-Kasas, 28/88). "Allah daha Bâkidir" (Tâhâ, 20/75). Allah Âhir olduğu içindir ki, istisnasız olarak bütün insanlar, dünya hayatının sona ermesinden sonra kendisine döndürüleceklerdir. O mutlak anlamda Evvel ve Âhirdir. Zira onun dışında ne ilk ne de son sebep vardır. Kâmil varlığı içinde, kendisine yeten, müstağni varlıktır (Prof. Dr. Suat Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyyet, İstanbul 1987, 264).
Kur'an'da, ulûhiyyetin zaman üstü bir özelliğe sahip olduğu terimlerden çok, birtakım sade kavramlarla ve müşahhas ifadelerle bildirilir.
Vahiy metafizik tefekkürden başka bir özellik taşıdığından, genellikle metafizikte rastlanan tecrîd terimlerini ihtiva etmez. Ancak Ulûhiyyetin mahluk plânını aştığı daha canlı, daha geniş kitlelerce anlaşılır, dolayısıyla daha etkin ifadelerle gösterilir. Meselâ Kur'an'da "Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir. " (el-Hac, 22/47) buyrulur.
El-Âhir vasfı, Allah'ın zâtî sıfatlarından olan Bekâ sıfatının esasıdır. Öbür zıt vasıflar gibi, bu da ancak mukabiliyle birlikte anılmalıdır. Nitekim Kur'an da, "Evvel ve Âhirdir" diye iki zıt vasfı bir arada zikretmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de: "O, Evveldir, Âhirdir, Zâhirdir, Bâtındır" (Hadîd, 57/3) derken şunu kast ediyor denilebilir: Hiçbir şey yok iken Allah vardı ve her şey yok olduktan sonra Allah yine var olacaktır. O, evveldir, âhirdir ve aynı zamanda zâhirdir. Çünkü her şey ondan zuhur eder, onun sıfatlarından, fiillerinden ve nûrundan meydana gelir. Demek ki her şeyin ilk yaratıcısı ve ilk bilinen zat olmasından dolayı evvel; her şeyi yok eden ve sonu belirleyen zat olmasından dolayı da âhirdir. Cennet ve Cehennem ehline ebedi hayat verileceğine göre, Allah'ın âhir olması (yani her şey yok olduktan sonra sadece Allah'ın kalması) nasıl izah edilebilir? diye sorulacak olursa cevabını Kur'an'ın kendisi şöyle cevap veriyor "Allah'tan başka her şey yok olacaktır" (el-Kasas, 28/88). Diğer bir ifâde ile, hiçbir mahlûk kendiliğinden bir ebediliğe sahip değildir. Şayet herhangi bir varlık hayatına devam ederse, bu Allah'ın emriyle olur. Çünkü her mahlûk fânidir. Cennet ve Cehennem'de ebedî kalmalarına gelince, onlar bizzat zâtî sıfatları nedeniyle değil, Allah'ın emriyle orada hayatlarını sürdüreceklerdir. Tıpkı meleklerin zâtî sıfatlarıyla ebedî olmayıp, Allah'ın emriyle hayat bulabilmeleri ve verilen süre kadar hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri gibi. Yani kâinatı yaratan ve idare eden Allah'tır. Bundan dolayı da o hem evvel hem âhirdir. (Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'an, Terc., VI, 112-113).

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 
Alt 21 Aralık 2019, 22:54   #34
Standart

ÂHÂD HABER
Râvî sayısı bakımından mütevâtir* derecesine ulaşmamış hadîsler için kullanılan bir usûl-i hadîs ıstılahı.
Âhâd, lügatta, "bir" manasına gelen "ehad" ve "vâhid" kelimelerinin çoğuludur. Matematikte birler hanesini ifade eder. Haber, herhangi bir şey veya mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi anlamındadır. Hadîs ilminde ise Hz. Peygamber'in kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetlerinin sözle ifadesi demek olan "hadîs" kelimesinin müterâdifi olarak kullanılır. Bazı âlimler, Hz. Peygamber hakkındaki rivayetler için "hadîs", Sahâbe ve Tâbiûn sözleri için de "haber" tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu itibarla "âhâd hadîs" yerine "âhâd haber" deyimi yaygınlaşmıştır.
Hz. Peygamber'den, Sahâbe'den ve Tâbiûn'dan nakledilen haberler, onları rivayet edenlerin sayıları bakımından değişik isimler almışlardır. Bir haber, ilk kaynağından itibaren her nesilde yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmişse buna "mütevâtir haber" denir. Eğer herhangi bir nesilde haberin râvî sayısı en az üçe düşerse "meşhûr" veya "müstefiz"; ikiye düşerse "azîz"; bire düşerse "garîb" veya "ferd" adını alır. Mütevâtir dışında kalan haber çeşitlerinin hepsine birden "âhâd haber" denir. (Talât Koçyiğit, Hadîs Istılahları, 118)
İlk asırlarda yalnız bir kişinin rivayet ettiği hadisler hakkında "haber-i vâhid" tabiri kullanılıyordu. Nitekim İmâm Şafiî, haber-i vâhidi, "Hz. Peygamber'e veya ondan sonraki bir şahsa ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haber" şeklinde tarif etmiştir. (eş-Şâfiî, er-Risâle, 160). Ancak daha sonraki devirlerde bu tabir, iki, üç ve hatta daha çok kimsenin birbirinden naklettikleri fakat mütevâtirin şartlarına hâiz olmayan bütün haberler hakkında kullanılmıştır. (Koçyiğit, a.g.e. s, 22)
Haber-i vâhidin kesin bilgi ifade edip-etmediği ve buna bağlı olarak da onunla amel edilip-edilemeyeceği konusundaki görüşlere gelince, şöyle özetlenebilir. İslâm âlimlerinin bir kısmı, râvileri âdil (güvenilir) ve senedi Hz. Peygambere kadar muttasıl (kesiksiz) olan âhâd haberin ilim yani kesin bilgi ifade ettiğini ve ameli gerektirdiğini kabul etmişlerdir. Bazıları ise "zan* ifade eder" demişlerdir. Zan ifade etmesi, râvilerinde yanılma ihtimalinin bulunması dolayısıyladır. (Talât Koçyiğit, Hadis Târihi, 183-189)
Âhâd haberler kesin bilgi vermezler. Gerekli bilgilerin bulunması halinde bile sadece zan ve galip zan ifade ederler. Âhâd haberler küfür ve iman konusunda delil olamazlar. Zira akîdeyi ilgilendiren bir konudaki deliller zan ifade etmemelidirler. Akâid'te zan geçerli değildir. Âhâd haberler fıkhi ve ahlâkî konularda amel edilen haberlerdir.
Âhâd haberlerin delil olamayacağını savunan âlimler genellikle şu ayetleri delil göstermişlerdir:
"Bilmediğin şeyin peşine düşme. " (el-İsrâ, 17/36) ve "Zan, hakdan hiçbir şey ifade etmez." (en-Necm, 53/28). Ayrıca bu görüşü savunanlar ashâbın tek kişi tarafından rivâyet edilen bir haber için genellikle şahid* istediklerini ve bazı sahâbelerin tek yoldan gelen haberle amel etmeyişlerini de ileri sürerler. Ama genellikle âhâd yolla gelen haberler kabul edilmiş ve akîde dışındaki konularda amelde delil sayılmışlardır.
Aralarında Ahmed b. Hanbel'in (241/855) de bulunduğu bir grup, haber-i vâhidin kat'iyyet ifade ettiği görüşündedirler. (Âmid, el-İhkâm, I,108) İbn Hazm der ki: "Resulullah'a (s.a.s.) varıncaya kadar hep adil kimselerin rivayet ettiği haber-i vâhid hem ilim* hem de amel* ifade eder." (İbn Hazm, el-İhkâm, I, 119).
İslâm âlimlerinin çoğuna göre âhâd haberler zan ifade ettiğinden itikadî meselelerde tek başına huccet * sayılmazlar. Zira itikatta zannî olmayan kesin delîle itibar edilir. Mâmafih bu görüşte olmayan ve akâîd meselelerinde de, sahîh olmak şartıyla mütevâtirâhâd farkı gözetmeksizin bütün hadîsleri delîl olarak kabul eden âlimlerde mevcuttur. Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiyye,* İbn Kayyim (Ali Osman Koçkuzu, İslâm Dininde Haber-i Vâhidin İtikâdî ve Teşriî Yönlerden Yeri ve Değeri, 63) ve İmâm Eş'arî* (Ebû Zehrâ, Târîhu'l-Mezâhibi'l İslâmiyye, I, 185) bu kanaattedirler.
Amelî konulara gelince; İslâm âlimlerinin genel kanaatı bu çeşit haberlerin amelî ve ahlâkî konularda delil olması şeklindedir. Ancak burada en önemli şart, haberin Hz. Peygamberden sudûr etmiş olduğunun ve doğru nakledildiğinin tespitidir. Bunun için de, râvisi gereken şartlara haiz olmalı, hadîs her türlü illet ve kusurdan uzak ve hadîs tenkidinin gerektirdiği şartları kendinde toplamış bulunmalıdır. (Koçkuzu, a.g.e., 132) İmâm Şâfiî* ve Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere fakihlerin çoğunluğu haber-i vâhidin sıhhati hakkında, Hz. Peygamber'den itibaren güvenilir (sika) râvîler tarafından rivayet edilmesinden başka bir şart aramamışlardır. (Ebû Zehv, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn, 282) İmam Mâlik* ayrıca, Cumhûr'un ve Medînelilerin büyük ekseriyetinin haber-i vâhid hilâfına hareket etmemiş olmalarını şart koşar. (Ebu Zehv, a.g.e., 281) İmâm Ebû Hanîfe'nin haber-i vâhidleri kabulü için ileri sürdüğü şartların en mühimleri şunlardır:
1. Mütevâtir ve meşhûr sünnete aykırı olmaması.
2. Kur'an-ı Kerim'in genel hükümlerine ve manası açık ayetlere aykırı olmaması.
3. Herkesin bilmesi ve nakletmesi gereken konularda olmaması.
4. Güvenilir râvîlere muhalefet edilmemiş olması. (Ebû Zehv, a.g.e., 281-282)
Ebû Hanîfe zamanında hadis uydurma hareketi korkunç bir şekilde yayıldığı için o, haber-i vâhidlerle amel etme konusunda ağır şartlar ileri sürmüş, pek titiz davranmış, haber-i vâhidlerin çoğunu reddetmiş, kıyası birtakım hadîslere tercih etmiştir. O bunda mâzûrdur. (Subhi es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, 266)
Haber-i vâhidin dinde delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususundaki münakaşaların, Mu'¤¤¤ilenin zuhuru ile ortaya çıktığı göz önünde bulundurulursa, bu münakaşalarda söz konusu edilen haber çeşidinin sadece bir kişinin haberi olduğunu, aziz ve meşhur denilen haber çeşitlerini bu münakaşaların şümûlü içinde mütalâa etmemek gerektiğini kabul etmek icap eder. (Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, 24)
Hz. Peygamber'den yapılan her rivayetin tevâtür derecesine ulaşması elbette mümkün değildir. Ona nisbet edilen her haberi tenkid süzgecinden geçirmeden kabul etmek ne kadar yanlış ise, râvîlerin hatası veya yanılma ihtimali var diye hadîsleri reddetmek de o derece yanlıştır. Bu gerekçe ile hadîsleri bütünüyle reddedenler sapıklığa hatta küfre düşerler. Sahîh hadîsin şartlarını taşıyan âhâd haberler, sadece amelî ve ahlâkî konularda değil, itikâdî konuların açıklanmasında da birer dînî delil sayılırlar.

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 
Alt 21 Aralık 2019, 22:54   #35
Standart

ÂKİLE
Diyet anlamında kullanılan bir İslâm ceza hukûku terimi.
Diyet ödemek anlamına gelen 'akl' mastarından ism-i fâil olup, diyet ödemeyi yüklenen kimse veya kimseler demektir. Kasten birisini öldürmekten veya bir organa karşı kasten işlenen cinayetten dolayı ödenmesi gereken diyet, suçu işleyenin malından ödenir. Öldürme fiili kasta benzer şekilde veya yanlışlıkla (hata yoluyla) işlenmiş ise diyeti 'âkile' öder.
Kasten öldürmekten doğan diyetin, öldürenin malından ödeneceği konusunda İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır. Çünkü prensip olarak her insanın, mala verdiği zararların tazmininde olduğu gibi cana veya bedene verdiği zararlardan da şahsen sorumlu olması, başkasının bundan sorumlu tutulmaması gerekir. Cezalarda asıl olan şahsî sorumluluktur. Ayetlerde şöyle buyurulur: "Herkes kazandığına karşılık bir rehindir" (el Müddessir, 74/38). "Herkesin kazandığı günah ancak kendi aleyhinedir. Hiç bir kimse başkasının günahını taşımaz" (el-En'âm, 6/164; Bk. İsrâ, 170/15; el-Fâtır, 35/18; ez-Zümer, 39/7; en-Necm, 53/38). "Sen onlara şöyle de. Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız,, ne de biz sizin işlediklerinizden sorumlu olacağız" (Sebe', 34/25). Hadiste: "Bir suçlu ancak kendi aleyhine suç işlemiş olur" buyurulur. (Tirmizî, Fiten, 2, Tefsîru Sûreti't-tevbe, 2; İbn Mâce, Menâsik, 76, Diyât, 26, 76; İbn Hanbel, IV, 14). Hz. Peygamber yanında çocuğu bulunan bazı sahâbîlere, "Bu senin oğlun mudur?" diye sormuş, "Evet" cevabı üzerine şöyle buyurmuştur: "Bu çocuk senin aleyhine suç işleyemez; Sen de onun aleyhine suç işleyemezsin" (Ebû Dâvud, Diyât, 2; Nesâî, Kasâme, 42; İbn Mâce, Diyât, 26).
Kasten öldürme, kölenin öldürmesi, diyetin sulh veya suçlunun itirafı sonucu belirlenmesi hallerinde âkılenin diyet ödeme yükümlülüğünün bulunmaması sünnetle sâbittir. (Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 379). Mâlikîler dışındaki İslâm hukukçuları kasta benzer (şibhü'l-amd) ve yanlışlıkla (hatâen) öldürmelerde diyetin âkileye yükletilmesinde görüş birliği içindedirler (el-Kâsânî, Bedâyetu's-Sanâyi, VII. 256; İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtar, V, 400; İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, 764-770). Küçük çocuğun ve akıl hastasının kasten öldürmesi hâlinde de diyet âkileye âittir. Çünkü bunların kasıt ve hatası eşittir. Hz. Ali, suç işleyen akıl hastasının diyetini âkilesine yüklemiştir.
Âkile veya maâkil sistemi, Medîne'deki Arap kabilelerinin Hz. Peygamber tarafından yeniden teşkilâtlandırılması ile birlikte düzenli bir şekil almıştır. Çünkü bir kimse savaşta esir düşse, onun kurtarılması için fidye*; öldürme ve yaralamalarda ise diyet * ödenmesi gerekiyordu. Bunların miktarları çoğu zaman esir ve suçluların ödeme gücünü aşıyordu. Hz. Peygamber bu durumu çözüme kavuşturmak için, karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan âkile veya maâkil sistemini kurdu. Buna göre, bir kabîlenin mensupları kabîle bütçesi için para yardımı yapacak; buna karşılık ödeme gücünü aşan bir tazminatla karşılaşırsa bu bütçeden yardım bekleyecekti. Hatta, kabîle bütçesi de yeterli olmazsa diğer akraba ve komşu kabîleler onların yardımına gelecekti. Daha sonra âkile sistemi Hz. Ömer tarafından geliştirilmiş; insanların mensubu bulunduğu meslekler, askerî, mülkî idâre esaslarına veya çeşitli bölgelere göre bir düzenleme yapılmıştır. Hür, âkil, baliğ erkeklerden oluşan âkile listesi deftere yazılınca, bunlara "dîvan" adı verilmiştir. Bazı müellifler, dîvan uygulamasının Hz. Peygamber tarafından, Mustalikoğulları gazasından sonra, ganimetlerdeki devlet hissesi olan Humus'u* (beşte bir) idare etmek üzere Mahmiye b. Cez'i tayin etmesiyle başladığını söylerler. Hanefilere göre diyet yükümlüsü, suçlu dîvan ehlinden ise, divandır. Bu durumda diyet, divan üyelerinin ata veya rızık (maaş) larından kesilir. Hz. Ömer'in uygulaması bu şekilde olmuştur. Eğer suçlu dîvan üyesi değilse, bunun âkilesi; kabîlesi, hısımları ve ödeme gücünü aşan tazminatlarda yardımlaşacağı diğer kimselerdir. Kendi kabîlesi diyeti ödemeye yeterli olmazsa 'asabe' sırasına göre en yakın nesep hısımları buna ilâve edilir. Ancak buluntu çocuk, harbi ve zimmî gibi âkilesi olmayanın âkilesi ise 'beytülmal'dir. Suçu işleyen de âkileye dahildir. Ancak suçlunun eşi babaları ve oğulları âkileye girmez. Baba ve oğulları âkileye dahil sayanlar da vardır. Kadınlar, küçük çocuklar ve akıl hastaları da âkile kapsamı dışındadır. Çünkü âkilenin diyeti yüklenmesi teberrû niteliğindedir. Bu kimseler ise teberrû ehlinden değildir. Ödenecek kan bedeli normal diyetin beşte birinden daha az ise, bu, suçlunun malından ödenir (elKâsânî, a.g.e, VII, 255 vd.; el-Meydânî, el-Kitap maa'l-lübâb, III, 178 vd.; ez-Zeylâî, a.g.e., IV, 398; İbn Âbidîn, V, 454). Burada asabe, ana baba bir veya baba bir erkek kardeşlerle, bunların oğulları, sonra amcalar ve bunların oğullarıdır.
Hanefîler dışında diğer İslâm hukukçularına göre âkile, suçlunun baba tarafından hısımlarıdır. Bunlar asabe adını alır. Ana-baba bir veya baba bir erkek kardeş ve amcalar gibi. Delil, Muğîre b. Şu'be (r.a.)'den nakledilen şu hadistir: "Nebî (s.a.s.) öldürülen bir kadının diyetini, katilin asabesi aleyhine hükmetti"(Buhârî, Diyât, 26; Müslim, Kasâme, 37, 38; Ebû Dâvud, Diyât, 19; Nesâî, Kasâme, 40, 41; Ahmed b. Hanbel, II, 274, IV, 246, 249; eş-Şevkânî, Neylü'lEvtâr, VII, 69).
Diyet yükümlüsünün hiçbir âkilesi yoksa, onun diyetini beytülmâl yani İslâm devletinin bizzat kendisi yüklenir. Hz. Peygamber "Ben mirasçısı olmayan kimsenin mirasçısıyım. Bu kimsenin diyetini öderim ve ona mirasçı olurum" buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Ferâiz, 8; ibn Mâce, Diyât, 7, Ferâiz, 9; Ahmed b. Hanbel, IV, 131). Diyet, âkile mensuplarına, yakını uzağı, hazır olanı olmayanı, sağlamı veya hasta olanı arasında bir ayırım yapmaksızın üç yılda, üç eşit taksitler hâlinde ödenir. Yıllık ödeme üç veya dört dirhemi (2,8 gr. gümüş para) geçemez. Şâfiî'ye göre, zengin yarım dinar (1 dinar=4 gr. altın para), orta hâlli dörtte bir dinar öder. Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde bir koyunun fiyatı yaklaşık beş dirhem veya yarım dinar kadardır. Diyet miktarları Hz. Peygamber ve dört halife devrinde 100 deve, 1000 dinar (4 kg. altın), 10.000 veya 12.000 dirhem (28 veya 33.6 kg. gümüş), 200 sığır, 2000 koyun veya 200 takım elbise olarak uygulanmıştır. Yalnız kasta benzer öldürmede diyetin deve cinsinden hesap edilerek verilmesi (ed-diyetü'l-müğallaza ağırlaştırılmış diyet) zorunlu sayılmıştır. Diyet, âkilenin; fakir, kadın, çocuk ve akıl hastası olan üyelerinden alınmaz. Çünkü diyeti yüklenme yardımlaşma içindir. Yoksulun ise, yardıma gücü yetmez. Yıl sonu gelmezden önce âkileden birisi ölse veya yoksul düşse yahut akıl hastası olsa, onun bir şey ödemesi gerekmez. Günümüzde, üyesinin ödeme gücünü aşan tazminatını üstlenen yardımlaşma kuruluşları meydana gelse, bu kuruluş Hanefîlere göre, onun âkilesi sayılır (el-Kâsânî, a.g.e. VII, 251 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 211; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 97; İbn Rüşd, Bidâyetü'lMüctehid, II, 783-791; İbnü'lHümâm, Fethu 'I-Kadîr, VIII, 251 vd.; el-Meydânî, a.g.e., III, 178; Abdulkadir Ûdeh, et-Teşrû'l-Cinâî'l İslâmî, Beyrut (t.y.),II 195 vd.; Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1967, II, 32 vd.; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s. 30-45; Muhammed Hamidullah, İslâm'a Giriş, İstanbul 1973, s. 200-203; Celâl Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, İstanbul 1984, s. 384-386; Süleyman Akdemir, Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, s. 52-71).

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 
Alt 21 Aralık 2019, 22:55   #36
Standart

AKIL HASTALIĞI
Düşünme, anlama, idrak etme; karar verme ve tedbir alma yeteneklerindeki eksiklik.
İslâm'da kişinin yaptığından sorumlu tutulması, akıllı olmasına bağlanmıştır. Çünkü emir ve yasakların muhâtabı akıl sahibi kişilerdir. Kur'an-ı Kerîm'de akıldan söz eden pek çok ayet vardır. Meselâ:
"Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz" (el-Bakara, 2/179).
"Siz kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (el-Bakara, 2/44).
"Ey kitap ehli, neden İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat'da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor musunuz?" (Âlu İmrân, 3/65).
Akıl ve temyiz kabiliyeti arızalanınca, kişinin dinî yükümlülükleri kalkar. Burada dikkat edilecek husus, tasarruf sırasında, iyi ile kötüyü ayırdetme kabiliyetinin mevcut olup olmadığıdır. Çünkü bazı akıl hastalıkları temyiz kudretini devamlı sûrette kaldırırken, bazı hastalıkların temyiz gücünü kaldırması sürekli değildir. Hasta aklı başında iken yaptığı iş ve tasarruflardan sorumludur. Meselâ, sar'alıların iki sar'a nöbeti arasındaki zamanda aklı başındadır. Yahut uykuda gezenler, diğer zamanlarda temyiz kudretine sahiptirler.
Akıl hastalığı yirmidört saatten fazla sürerse namaz; ramazan ayı süresinde devam ederse oruç; bir yıl geçerse hac ibâdetlerinden sorumluluk kalkar. İyileşince bunları kaza etmek gerekmez. Zengin olarak bir yıl geçince de o yılın zekâtı düşer. Ancak Hanefiler dışındaki fâkihlere göre ise zekât, mâlî bir vergi sayılır ve velîsi bunu akıl hastasının malından verir (el-Kâsânî, Bedâyetu's-Sanâyi', V/155).
Akıl hastaları mal telefinden şahsen değilse de mâlen sorumludurlar. Meydana getirdikleri zarar, mallarından tazmin edilir. Suç işlemeleri halinde bedenî ceza uygulanmaz.

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 
Alt 21 Aralık 2019, 22:55   #37
Standart

AKIL
Bağlamak, engel olmak, tutmak, diyet vermek, idrak, muhakeme kabiliyeti, kavrayış, zeka. insanların tehlikeye düşmesine engel olan şey. Düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücü.
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin* iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır. Kur'an-ı Kerîm bunu şu şekilde değerlendirir: "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Zira akletmezler. " (el-Bakara, 2/171)

Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allah, akıldan daha yüce bir mahlûk yaratmamıştır." ifadesiyle insanoğlunun sahip olduğu aklın doğuştan olduğunu; "Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden alıkoyan akıldan daha faziletli bu özellik kazanmamıştır." hadîsiyle de aklın insana sonradan verilen bir özellik olduğunu ifâde buyurmuşlardır. (Râgıp el-İsfahânı, Müfredât, 342)
Hadîste akıl kavramını ele aldığımızda; diyet vermek, anlamak, deveyi bağlamak, kavramak ve bilmek anlamlarında kullanıldığını görüyoruz. Hz. Peygamber "Akıllı, nefsini kontrol altına alıp ölümünden sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir." buyurmuştur. (İbn Mace, Zühd, 31)
İmam Gazâlı* aklı dört turlu târif eder:
a) İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir ki, insanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazarî ilimler öğrenmeye istidât kazanırlar .
b) Küçük bir çocuğun, caiz olan şeyleri caiz, muhal olan şeyleri muhal kabul etmesi: İkinin birden çok olduğunu, bir adamın bir anda iki yerde bulunamayacağını bilmesi gibi zarurî ilimlerdir. Bazı kelamcılar da akil, mümkün olan şeylerin var olabileceğini, mümkün olmayanların olamayacaklarını anlamak, gibi zaruri ilimler, diye tarif ederler.
c) Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Kim tecrübelerden anlar ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa ona akıllı; kim, tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve câhil denir.
d) Nazarî ilimlerin kendisiyle kavranıldığı bir özelliktir. İşte bu özelliğin bir dereceye yükselmesidir ki, insan onunla bütün bu işlerin netîcesini anlar ve âkıbeti tehlikeli olan geçici lezzetlere davet eden şehvetini yener. Bu kuvvet kimde bulunursa, peşin şehvetinin arzusuna uymayıp akıbetini düşünerek hareket ettiği için "akıllı" sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir özelliktir. Buna da 'akl-ı müstefâd' denir.
Allah'ın insanlara bir vergisi ve lûtfu olan aklın hakikati hakkında âlim ve filozoflar arasında görüş ayrılığı olmuştur. Bu sebeple aklın tarifi de çeşitli ve tartışmalıdır. Bütün bu ihtilâflara rağmen akıl, maddî bir kuvvet olmayıp, mücerret ve ruhanî bir cevher ve ilâhî bir nûrdur. Bu sebeple akıl, "Nefs-i Nâtıka" (Konuşan Nefis) veya "Nefs*in bir kuvveti olup, ilim ve fenler onunla idrâk olunur." denmiştir. Âlimlerin çoğunluğuna göre akıl, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeplerinden biridir. Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarûrî ya nazarî, yani istidlâlî olur. Zarurî olan bilgiler, araştırma ve ispatlanmaya muhtaç olmadan herkesçe bilinen bilgilerdir. 5, 10'un yarısıdır, güneş ışık verir, ateş dokunanı yakar, gibi bilgilerdir.
Nazarı bilgiler ise, bilinen fikirleri, usûlüne göre tertiplemek suretiyle bilinmeyen bir sonuca vararak elde edilen bilgilerdir.
Aklı kullanarak nazarî bilgileri yani bilinen bilgilerden hareketle bilinmeyen bilgileri elde etmenin yolları üçtür:
a) Cüzîden cüzîye, fertten ferde intikâldir ki buna temsil veya kıyâs-ı fıkhı denir. Temsilde esas, cüzîden cüzîye geçiştir. Bu yolla elde edilen bilgi zan ifade eder. Meselâ: Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır. Pamukyağı da bir sıvıdır. O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır. Su hakkındaki hüküm pamukyağı hakkında da verilmiştir. Ancak varılan bu netice her maddede kesinlik ifade etmez.
b) Genel ve küllî hükümler vasıtasıyla cüz'î bir önerme elde etmek. Buna kıyas-ı mantıkı veya sadece kıyâs* denir. Bütün ilimlerin fiîlî tatbikâtı bununla yapılır. İlmin yollarının en kuvvetlisi budur. İlliyet (sebep) kanununu idrâk ve tatbik sayesinde akıl, Allah'ın varlığına delil olan âyetlerden (el-Bakara, 2/163) Allah'ın varlığını, birliğini ve her şeyi kuşatan rahmetini anlar ve keşfeder. Kıyâs şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifâde eder. Meselâ: Bu âlem değişmeler hâlindedir. Her değişmeler halinde olan şey sonradan olmuştur. O hâlde, bu âlem de sonradan yaratılmıştır (hâdistir). Bu misâlde görüldüğü gibi, iki kâziye (önerme) vasıtasıyla, bilinmeyen cüz'î ve nazarî bir hüküm elde edilmiştir.
c) Cüz'î ve özel hükümlerden, küllî ve genel hükümlere varma. Buna da istikrâ' denir. İstikrâda esas, kıyâstakinin aksine olarak, cüz'î olan şeyleri tetkîk ederek, küllî bir hükme varmaktır. İstikrâ, bütün cüz'leri içine alırsa buna istikrâ-ı tam denir. Bu tür istikrâlar kesin bilgi ifâde ederler. İstikrâ bazı cüzleri tetkikle yetinilerek yapılmışsa buna istikrâ-ı nâkıs denir ve bu yolla elde edilen bilgi zan ifade eder. 'İstikrâ-ı tam çok zor olduğundan,müsbet ilimlerde 'istikrâ-ı nâkıs' kullanılır. Bu sebeple, müsbet ilimlerde varılan neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yani elde edilen hüküm değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir. İstikrâ-ı nâkısa misâl: Demir, çelik, bakır, kalay... madendir. Demir, çelik, bakır... hararetle uzar. Netice: O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu misâlde olduğu gibi, bir çok maden nevîlerinde yapılan deneme sonunda varılan ortak hüküm, bütün madenlere teşmîl edilmiştir. Cüz'îlerin hükmü,bütün cüz'lere yani "külle" verilmiştir. Fakat, ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfolunca, bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat'î değil, zannîdir.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen aklın, netîceye varmak için takip ettiği iki tür seyri vardır: Birincisi ağır, tedrîcî olan düşünme teemmülî seyirdir. Buna fikir denilir. Bu maddede neticeye yavaş yavaş ve düşünme (tefekkür) ile varılır. Diğeri de bir anda, bir hamlede istenilene erecek derecede serî ve anî olan seyirdir. Bu tür seyre "hads" denilir. Hads da iki kısımdır:
1) Kendi mevzûuna göre belli bir tahsil, tecrübe ve karşılıklı bilgi alışverişi neticesinde elde edilen bir melekedir ki kesbidir. Yani belli bir araştırma neticesinde kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî terbiye, bu gayeye ermek içindir. Buna "akl-ı mesmu" da denilir.
2) Doğrudan doğruya yaratılışta varolan, Allah vergisi bir melekedir. Buna da "kuvve-i kudsiyye", "akl-ı matbu ", veya "garizî" denir. Herkesin bu tür akıldan az çok nasibi vardır. Bu olmayınca akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bu tür aklın, basit bir zekâ seviyesinden, peygamberlerin aklî seviyesine kadar birçok mertebeleri vardır. Aklın en yüksek mertebesine akl-ı evvel denir. Başlangıçtan sonu, sondan başlangıcı, evvelden âhiri, âhirden evveli tam bir olgunluk ve gerçek ile gören bu akl-ı evvel, Hz. Muhammed'in nûrudur. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın ilk yarattığı, benim nûrumdur. " "Allah'ın ilk yarattığı, kalemdir", "Allah'ın ilk yarattığı akıldır. " buyurmuştur. Akıl için yol birdir. O da hak yol (tariki hak) dur. Kur'an'da bir çok yerde aklın ve akletmenin gereği vurgulanmaktadır. Sadece hislerle müşâhede edilen hâdiselerin gerçek manası, ancak müşâhedenin akıl ile birleştirilebilmesiyle anlaşılır. Bunun içindir ki Allah'ın varlığına delâlet eden binlerce hadiseye şahid olan birçok insan, müşahedelerini akıl ile birleştirmediğinden, bu hâdiselerle kendisine verilmek istenen mesajı anlayamamıştır. Yine böylece peygamberlerin gösterdiği mûcizelere karşı müşahede ile aklı birleştirmeyen birçok insan, fevkalâde olan mûcizelere sadece hislerle cevap vermiş ve neticede inkâr yolunu tutmuştur. Oysa Allah;
"...Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir ümmet için elbet Allah'ın birliğine delâlet eden ayetler vardır." (Bakara, 2/164) buyurmuştur.
Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü, Allah'ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki insan, Allah'ın rızasını elde edebilir.
İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir. Allah akla, nûr adını verir. (en-Nûr, 24/35) Akılla elde edilen ilme rûh, vahiy, hayat adını verir, (eş-Şûrâ, 42/52), (el-En'am, 6/122).
İmam Gazâlî'nin İhyâ'sında İbni Abbâs (r.a.)'dan rivâyete göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyururlar: "Her şeyin bir âleti, bir hazırlık ve istidâdı var; müminin âleti akıldır. Her şeyin bir biniti var; kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği var; dinin direği akıldır. Her kavmin bir dayanağı var; ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var; âbidleri ibâdete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var; müctehidlerin sermayesi akıldır. Her âilenin bir idarecisi var; sıddîklar evinin bakıcısı akıldır. Her harabenin bir tamircisi var; ahireti imâr eden akıldır. Herkesin kendisini andıracak olan ardından bir geleni var; sıddîkları andıracak olan akıldır. Her yolcunun bir çadırı var; müminin çadırı akıldır."
İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya verilen değer verilmez, onu bir takım emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün değildir. "Aklı olmayanın dini de olmaz", hadîsinin manası da budur. Dînin ve ilaveten dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için geçerlidir. Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşahedelerini aklı ile birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız insan denir:
"Eğer duyup akıl edeydik biz de Cehennemlikler arasında olmazdık. " (el-Mülk, 67/10). ayeti bu tür insanların durumunu dile geçirdiği gibi çevremizde her gün yüzlercesini gördüğümüz suçlu insanların durumu da aynıdır. Aklın yolu birdir, o da hak yoludur. Bu yolu kabul etmeyenler akılsızlıklarının cezasını çekerler. Yaratılıştaki bir tabiat ve kendisiyle eşyanın hakikatını idrâk edebilen akıl,zekâ, zeyreklik, ahmaklık fitrîdir. Yani yaratılıştandır. Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında bulunur. Yaratılışlarında akıl ve fehimden (anlayıştan) mahrum olanlar, bunları sonradan temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve denemelerle bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir. Demek ki bütün saadetlerin esâsı, akıl ve zekâdır. Tirmizî'nin "Nevâdir"inde rivâyet edildiğine göre şânı yüce olan Allah, kulları arasında aklı parça parça taksim etmiştir. Akl-ı selîm sahibi aklını, doğrulukta, olgunluk yolunda kullanan insandır. İlâhî bir vergi, rûhânî bir nur olan aklın mahiyeti, görülebilen maddî bir varlık olmadığı için, tam olarak bilinememektedir. İlâhî bir sır olan aklın mahiyeti de ebediyyen anlaşılamayacaktır. Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah'ın varlığını bilmek ve onu isbat etmek, ancak akılla olur. Ne var ki akıl her şeyi kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv ve kuvvetleri gibi sınırlı vekusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü yürüten akıl, fizik ötesindeki bir çok hakikati kavrayamaz, dinin birçok gerçeklerini bilemez. Bu hakikatler ise ancak vahiy* yolu ile bilinebilir. Dinin bildirdiği gerçekleri ancak akıl ile anlayabiliriz. Gerçekler akıl ile bağdaştığı halde, gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu nedenle akıl, hak ve gerçek din olan İslâm ile dâima birlik ve yardımlaşma halindedir.

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 
Alt 21 Aralık 2019, 22:55   #38
Standart

AKİKA KURBANI
Yeni doğan bebeğin başındaki ilk saçlarına akîka; bu çocuğun doğumundan yedi gün sonra başındaki tüyleri kısmen veya tamamen traş edip adını koyduktan sonra Allah'u Teâlâ'ya şükür için kesilen kurbana akîka kurbanı denir. Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle rivâyet edilmektedir.
"Resul-i Ekrem (s.a.s.} bize erkek çocuklar için iki, kız çocukları için bir koyun "akîka" olarak kurban etmemizi emretti." (İbn Mâce hadis no: 3163, Zebâih, no: 1515).
Yine Hz. Âişe validemizin rivâyetine göre, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), torunları Hasan ile Hüseyin'in doğumlarının yedinci günü akika kurbanlarını kesmiş ve adlarını koymuştur. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI, 401)
İslâm'dan önceki câhilî Arap toplumunda sadece erkek çocuklar için kurban* kesilirdi. Kız çocukları için böyle bir merâsim söz konusu değildi. İslâm bu değişikliği yaparak kız çocuklarına da değer verilmesini sağlamıştır .
Akîka kurbanında aranan şartlar
Kurban edilecek hayvan tek veya iki gözünden kör olmamalı; dişlerinin ekserisi düşmüş olmamalı; kulakları kesik olmamalı; boynuzlarından biri veya ikisi kökünden kırılmış olmamalı; kulağı veya kuyruğunun yarısından çoğu, memelerinin uçları kesik olmamalı; yahut yaratılıştan kulak ve kuyruğu olmayan bir hayvan olmamalıdır. Akîka kurbanı Hanefi mezhebine göre mübah ve dolayısıyla menduptur. Diğer üç büyük imâma göre sünnet, Zahiri mezhebine göre ise farzdır.
Hz. Peygamber bu kurbanın kesilmesi sırasında bir örf olarak başa kan sürülmesi âdetini yasaklamış, (Ebu Dâvud, Edahî, 20) kesilen saçların ağırlığınca altın veya gümüş tasadduk edilmesini emretmiştir. Akîka kelimesi anne-babaya isyân anlamına geldiği için Resulullah bu kurbanın adını "itaat ve ibadet" anlamına gelen "Nesike" kelimesi ile değiştirmiştir. (İbn Hanbel, II, 182)
Bu kurban çocuğun doğduğu günden bâlîğ olacağı güne kadar kesilebilir. Ancak doğumun yedinci gününde kesilmesi daha çok sevap kazanmaya sebeptir. Kesilen kurbanın kemikleri çocuğun sıhhatli olmasına sebep olsun niyetiyle kırılmayıp eklem yerlerinden sıyrılır ve öylece pişirilir. Sonra bu kemikler bir yere gömülür. Akîka kurbanının etinden bunu tasadduk eden kimsenin yiyebileceği gibi ev halkı da bu etten istifâde eder. Bir kısmı da ihtiyaç sahiplerine dağıtılır.

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 
Alt 21 Aralık 2019, 22:55   #39
Standart

AKÎDE
Bir şeye inanmak, bir kimseyi veya bir haberi tasdîk etmek ve kabul ile ona sadık kalmak; inanış tarzı, inanma şekli, telâkki tarzı. İtikâdla iman eş anlamlı olup, teslim ve boyun eğme anlamını da kapsarlar. Bir terim olarak imân* ise; Allâh'u Teâlâ'nın dinini kalb ile kabul etmek yani Rasûlullah (s.a.s.)'ın bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdîk eylemektir. İman asıl bu tasdikten ibâret ise de, tasdîk edilen şeyleri, dil ile ikrâr etmek, bunlar hakkında şehâdette bulunmak da gereklidir. İmanını kalbinde gizleyen kimse Allah nezdinde mümin sayılırsa da; imanını dil ile veya davranış ve amelleriyle açığa vurmazsa, durumu insanlarca bilinemez ve onun müslüman olduğuna hükmedilemez. Allah'u Teâlâ imana delâlet eden bir takım alâmet ve şartlar ortaya koymuştur. Bunlar İslâm'ın şartları dediğimiz; kelime-i şehâdet, beş vakit namaz, zekât, oruç, hacc vb. hususlardan ibârettir. Bu alâmetler kimde görülürse, o kimsenin mü'min olduğuna hükmedilir ve namazda imam olmak, müslüman bir kadınla evlenmek, cenâze namazı kılmak gibi dünyaya ait hükümler kendisine uygulanır. Bu ameller imana güç verir: İmanın kalpteki nûrunu artırır; insanı azaptan kurtarır; Allah'ın lûtuf ve yardımlarına ulaştırır.
İslâm* ise sözlükte, itâat, boyun eğme, bir şeye teslim olma anlamlarına gelir. Terim olarak; Allah'u Teâlâ'ya itaat etmek, Hz. Peygamber'in din adına bildirmiş olduğu şeyleri kalb ile tasdik, dil ile ikrar etmek ve güzel bulmaktır. İslâm, din anlamında da kullanılır. Allah'ın dinine, yalnız "din" denildiği gibi "millet, şerîat, İslâm ve İslâm dini" de denir. Bazan İslâm, iman anlamında da kullanılır.
Hz. Ömer b. el-Hattâb şöyle anlatıyor: "Bir gün Allah'ın Resulu'nün yanında idik. Beyaz elbiseli, siyah saçlı bir adam çıkageldi. Üzerinde yolculuk izi yoktu, ama hiçbirimiz kendisini tanımıyorduk. Hz. Peygamber'in önünde diz çöküp oturdu. Dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de Allah'ın Rasûlü'nün dizlerinin üzerine koyup sordu:
"- İslâm nedir? bana anlat" Allah'ın Resulu cevap verdi:
"-İslâm Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna inanman, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu tutman, gücün yeterse Hacca gitmendir"
"- Doğru söyledin, peki iman nedir?"
"- İmân, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere, kaderin hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanmandır."
"- Doğru söyledin. İhsan nedir?"
"- İhsan, * Allâh'ı görüyormuşsun gibi ona ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor. "
Bu sorulardan sonra kıyâmet alâmetlerini de soran adam kalkıp gitti. Arkasından baktılar, hemen ortadan kaybolmuştu. O'nun kim olduğunu merak eden ashâb-ı kirama Allah Resulu şöyle buyurdu:
"- O Cebrâil idi, size dininizi öğretmek için geldi." (Buhâri, İman, 37; Müslim, İman, 13.)
İmanda dil ile ikrâr asıl rükün olmadığı için, dilsizlik veya zor karşısında kalma gibi bir özür hâlinde şart olmaktan çıkar. Zor karşısında gönülden değil, fakat sadece dili ile inkâr eden kimse imandan çıkmaz. Nitekim Ammâr b. Yâsir'e müşrikler işkence ettiklerinde, o da tahammül edemeyerek diliyle inkâr etmişti. İşkenceden sonra Allah Resulu'nün yanına geldi. Sahâbeler, Ammâr'ın dinden çıktığını söylediler. Ammâr ağladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ammâr'ın vücudu bütün zerrelerine kadar iman doludur." Sonra Ammâr'a dönerek; "Yine seni zorlarlarsa inkâr et" buyurdu.
İmân icmâli ve tafsili olmak üzere ikiye ayrılır.
1) İcmâli iman: Hz. Peygamber'in Allah tarafından getirip haber verdiği şeylere toptan inanmak, yani, O, ne tebliğ etti ise hepsi haktır, diyerek topluca tasdik etmektir.
2) Tafsili (ayrıntılı) iman: Hz. Peygamber tarafından tebliğ olunan şeyleri birer birer bilerek tasdikte bulunmaktır. Küfürden kurtulmak için icmâli iman yeterli ise de, namaz, oruç vb. ibâdetleri öğrenip tasdik ve edâ etmek sûretiyle imanını kemâle erdirmek her müslümanın borcudur.
İmanın sağlam ve geçerli olması için şu üç şart gereklidir:
1) İman ye's hâlinde olmamalıdır. Yani Allah'ın azâbını gözüyle gördükten sonra iman sahîh olmaz. Bu yüzden son nefeste iman eden münkîrin imanı kabul edilmez.
Kur'an-ı Kerim'de "Azâbımızı gördükleri vakit edecekleri imanları, kendilerine bir fayda verecek değildir" (Mü'min, 40/85) buyurulur.
2) Mümin, dinden olduğu kesin olan bir şeyi inkâr veya tekzib etmemelidir. Buna göre bir kimse, bütün peygamberleri tasdîk ettiği halde Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr etse mü'min sayılamayacağı gibi; kesin bir farzı inkâr etmek veya kendi isteğiyle puta tapmak gibi bir Allah'ı yalanlama emâresiyle de dinden çıkar. Çünkü iman bir bütündür, parçalanamaz. Dinden bir şeyi inkâr etmek bütün dîni inkâr demek olur.
Ashâb, Tevhid'e imanlarının şuuruna varmakla birlikte iç dünyalarından başlayıp yakın çevrelerine yayılan ve gittikçe genişleyen bir mücadele içerisinde kendisini buluveriyordu. Böyle bir mücadele içerisinde olmayıpta kendileri için gayet tabii, kaçınılmaz ve hatta imanlarının hiç de garipsemedikleri bir sonucu olarak görüyor, değerlendiriyorlardı. Sâhibini ileriye atmayan, meydana çıkarmayan, küfürle, câhiliyye ile Firâvnî ve tağutî düzen ve müesseselerle, konum ve şartlarına uygun mücadele içerisine itmeyen bir iman, en azından küllenmiş bir imandır, yahut henüz derinlik kazanmamış, boyutlarında eksiklikler taşıyan bir çeşit inanıştır.
Diğer taraftan İslâm'ın günümüz açısından uygulanabilirliği konusunda şüphe ve tereddütler taşımak da iman ile bağdaşmaz. Bu en azından yüce Rabbimiz'in görüneni, görünmeyeni, geçmişi ve geleceği bileceğine inanmak gereği ile çelişir. Allah'ın Şeriatı'nın herhangi bir zamanda yeterli geleceğinde şüphe içerisinde olmak, Allah'ın sıfatlarında şüpheye düşmek demektir. Allah hakkındaki bir şüphe ve tereddüt ise, mâhiyet ve boyutu ne olursa olsun, kişiyi imandan çıkartır.
Mümin, iman ettiği nizâmın bütün hükümleriyle her zaman ve mekânın değişmez, mutlak doğru ve insanlığı bunalımlardan uzaklaştıracak, mutluluğa kavuşturacak, insanı insana kölelikten, kendi nefsine ya da herhangi bâtıl bir kuvvete tapmaktan, onun boyunduruğuna girmekten kurtarabilecek yegane nizâm olduğuna inanmak ve bunun ilmî bakımdan tartışılmaz bir gerçek olduğunu ispat etmek cehdine sürekli sâhip olmalıdır. Bunun yanında; böyle bir nizâmı da arzın herhangi bir yerinde ve kendisini merkez kabul ederek hemen kendisine en yakın parça üzerinde egemen kılmakla yükümlü olduğunu bilmekten, bunun için sây-ü gayrette bulunup bulunmamaktan sorumlu tutulacağı şuûruyla kesintisiz bir cehd içerisinde olmakla vazîfelidir. Bu onun temel sorumlulukları arasında yer alır.
3) Dinin bütün hükümlerini beğenerek kabul ve hiç bir hükmü küçümsemeden ifâya çalışmaktır. Dînin bazı emir veya yasaklarını hafife almak; bazı hükümlerini beğenip de bazılarını beğenmemek, insanı dinden çıkarır.
İmanın faydalı olabilmesi için, ömrün sonuna kadar aynen korunması da şarttır. Çünkü itibar sanadır. Bu yüzden İslâm bilginleri "imanın korunması, kazanılmasından güçtür" derler.
İmanın geçerli olabilmesi için, onu mutlaka dayandığı delilleriyle öğrenmek şart değildir. Delîl aramaksızın (taklîd yoluyla) edilen iman da sahih ve makbûldur. Ancak mümkün olduğu kadar bir şeyin delîlini tetkîk etmek ve delil getirmek farz olduğundan onu terkeden günahkâr olur.
İnsanlar tasdîk ve inkâr bakımından üçe ayrılır:
1) Mümin: İslâm'ın itikâd esâslarına ve hükümlerine tamamıyla inanan ve bunların gereğini yapmaya çalışan kimse tam mümin ve müslîmdir.
2) Kâfir: Allah'a ve peygamberine inanmayan ve dinden olduğu kesin olan bir hükmü inkâr eden kimsedir.
3) Münafık: Dıştan inanmış görünüp, içinden inkâr eden de münâfıktır. Yüce Allah Nisâ Sûresi 45'inci ayetinde münâfıkların cehennemin en aşağı tabakasında bulunacaklarını bildirmektedir.
İman ile amel arasında sıkı bir münâsebet vardır. Amel imanın muhafazasını sağlar ve onu kuvvetlendirir. Ancak amel imandan bir cüz' sayılmamıştır. Yani inanıp da dini emirleri yerine getirmekte ihmâl gösteren kimse imandan çıkmaz. Namaz kılmayan, oruç tutmayan, eğer imanında bir bozukluk yoksa yine mümindir, ama isyânından dolayı Allah'ın azâbına müstehâk olur. Allah dilerse onu affeder, dilerse cezalandırır.
Sonuç olarak iman, kalbe dikilen bir ağaç ise, ibâdet de onun suyu ve gıdasıdır. İman ağacının büyüyüp gelişmesi için onu ibâdet ve itaat suyu ile beslemek gerekir.

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 
Alt 21 Aralık 2019, 22:55   #40
Standart

AKÂİD
Dînin temel hüküm ve prensiplerini özlü bir şekilde anlatan kâide ve düstûrlar. Akâid kelimesi inanç anlamına gelen "Akide" kelimesinin çoğul şeklidir. Kesin olarak inanılan şey, iman ve anlayış şekli demektir. Akâid; ibadeti değil, inancı; yani ameli değil, imanı esas alan İslâmî kâîde ve hükümlerin tümüdür. Kısaca akâid, Kur'an ve Sünnet ışığında İslâm Dini'nin iman esaslarından sistemli bir şekilde bahseden düstûrlardır.
İslâm'ın inanç manzumesi "Amentü" cümlesinde toplanmış bulunmaktadır. Bu da, Allah'ın varlığına ve birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine imandan ibarettir. Bunlar İslâm akîdesinin ve tevhid* inancının esasını oluşturan temel düsturlardır.
İslâm'ın ilk dönemi olan Asr-ı Saâdet'te, Resulullah (s.a.s.)' hayattayken diğer bütün İslâmî ilimler gibi akâid ilmi de yazılmamış ve henüz tedvîn edilmemişti. Zira vahiy devam ediyor; Müslümanlar karşılaştıkları bütün problemleri derhal Hz. Peygamber'e götürüp vahyin ışığında çözüme kavuşturuyorlardı. Ashâb her husûsta olduğu gibi akide konusunda da Kur'an'a ve Resulullah'a tam bir teslimiyet içindeydi. Resulullah'ın onlara getirdiği bir inanç prensibini kesinlikle tartışma konusu yapmaz, bunun üzerinde görüş belirtmezler; hatta buna asla ihtiyaç duymazlardı. Resulullah'ın mescitte biraraya gelip akîdeyi ilgilendiren "kader"* konusunu tartışan bazı sahâbîleri bu tartışmadan alıkoyduğunu görüyoruz.
Hz. Peygamber'in ahiret'e irtihâlinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashâbın çoğu, 'asr-ı saadet'teki saf ve berrak İslâmî anlayışlarını korudular. Buna rağmen toplum içinde meydana gelen gelişmeler karşısında, ister istemez bazı problemler ile ilgili olarak yeni tartışmalara girişiyorlardı. Özellikle halîfelerin seçimi ile ilgili olarak bazı görüş ayrılıkları meydana gelmiş, bilhassa Hakem olayından sonra Şîâ*'nın ve bunlara karşı tam aksi görüşleri savunan Hâricilerin* ortaya çıkışı, beraberinde değişik anlayışları da müslümanların gündemine getirmiştir. Aynı şekilde Hz. Osman'ın şahâdetinden sonra az da olsa beliren bazı görüş ayrılıkları, daha sonra III. Halife'nin katli meselesi tartışmalarına dönüşmüştü. Buna bağlı olarak, adam öldürenin iman durumu da görüş ayrılıklarına zemîn hazırladı. İnsan öldürmek büyük günah (kebîre) olduğuna göre, "Büyük günah işleyen kimse Müslüman mıdır, kâfir midir, yoksa fâsık mıdır?" gibi bir soru gündeme geldi.
Dört halife döneminden sonraki devrede ise daha değişik anlayışlar belirince zamanla kaderi inkâr eden Kaderiye* mezhebi vücuda geldi ve yine bu dönemde Allah'ın bazı sıfatlarını inkâr eden Cebriye* mezhebi doğdu. Kelâm* ilmi ve Mu'¤¤¤ile* mezhebi yukarıda ifade ettiğimiz büyük günah * işleyen (Mürtekib-i kebîre)'in iman durumu ile bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Bu gibi kimselerin, iman ve küfrün ortasında orta bir menzile olarak kabul eden "Fısk" derecesinde bulunduklarını ileri süren Mu'¤¤¤ilenin bu ve diğer bir çok anlayışına karşı çıkılmıştır. Mu'¤¤¤ilenin akla dayalı olarak izah ettiği bir çok husûsu reddeden selefi âlimler onları "ehlri bid'at" * olarak vasıflandırmışlardır .
Selef* âlimleri Kaderiye, Cebriye, Mu'¤¤¤ile ve Şia ile Hariciler'e karşı, ilm-i Tevhid* ve Fıkh-ı Ekber* adını verdikleri İslâm akâidi ile ilgili eserlerinde kendi düşüncelerini ileri sürmüşlerdir.
Akâid ile ilgili olarak Ehl-i Sünnet arasında üç ayrı ekol meydana gelmiştir. Bunlar Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin geliştirdiği Eş'ariye* imam Mâturîdî'nin geliştirdiği Mâturîdiyye* ve Ehl-i Sünnet-i Hâssa olarak bilinen Selefiyye * ekolleridir.
Akâid kitapları veya diğer adıyla Tevhid ve Fıkh-ı Ekber olarak bilinen eserlerde genel olarak Ehl-i Sünnet'in görüşlerini yansıtan konular şu şekilde ele alınmıştır: Öncelikle "asılların aslı" olan Allah'u Teâlâ'ya iman etmek ve onun sıfatlarını tümüyle tevîle girmeden kabullenmek. Bunun yanında diğer iki önemli esas vardır ki bunlar da peygamberlere ve ahirete iman meselesidir. Bu üç esas İslâm akâidinin ilk üç temelini oluşturmaktadır. Yukarıda saydığımız altı iman esasından geriye kalan Kitaplara ve Meleklere iman ise, peygamberlere imana bağlı olarak işlenmektedir. Zira üç temel esastan biri olan peygamberlere iman gerçekleşince, ister istemez bu peygamberlerin getirdikleri haber olarak Kitaplara ve Meleklere de iman etmek kaçınılmaz olur. 'Kader'e, hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine iman ise, Allah'ın sıfatları içinde ele alınmakta olup, Allah'a iman ile doğrudan doğruya bağlantılıdır.
İslâm akâidini oluşturan bu altı iman esasına bağlı olarak zamanla bir çok konu tartışılmış ve gün geçtikçe İslâm akîde kitaplarına yeni yeni konular eklenmiştir. İlk dönemlerde Fıkh-ı Ekber'in yazıldığı dönemde konular Allah'ın sıfatları ve bunların yorumları çerçevesinde iken; zamanla Kur'an'ın mahlûk olup olmadığı, Cennet'te Allah'ın görülüp görülemeyeceği meselesi, insanın fiilleri, insanın güç yetiremeyeceği meselelerde kişinin sorumluluğu (Teklif-i Mâlâ Yutâk*), rızık, ecel, hidâyet-dalâlet, ahiret hayatı, kabir azabı*, sual, öldükten sonra dirilme, dünyada işlenen amellerin tartılması, sırat, Havz, Cennet-Cehennem, afv, şefâat, vesîle, imanın artması-eksilmesi meselesi; peygamberlere iman ve bunlara bağlı olarak mu'cize, melekler, kitaplar, mi'rac ve kerâmet meseleleri, Hilâfet, imâmet tartışmaları, dört halifenin râşid hilâfeti, ümmetin imamında aranan özellikler, sahâbe ve onlardan hayırla söz etme, aşere-i mübeşşere, Deccâl, Ye'cüc-Me'cüc meselesi ve bunlar ile ilgili daha pek çok diğer problem akâid kitaplarına konu olmuştur.
Zamanımıza kadar intikâl eden ve önceki âlimlerin ele aldıkları bu meselelerin dışında bugün İslâm toplumunun karşı karşıya kaldığı durumlarda yeni yeni meseleler gündeme gelmiş ve akîdeyi ilgilendirip ilgilendirmediği tartışılmağa başlanmıştır. Totaliter, Laik*-Sosyalist* veya Laik Demokratik* Liberalist sistemlerde yaşayan müslümanlar ister istemez bir çok konu ile karşılaşmakta ve bu sistemlerin vücuda getirdikleri usûl ve yaşayış tarzlarına karşı nasıl bir tavır takınacaklarını bilememektedirler. Bundan dolayı müslümanların, hâkimiyeti altında yaşadıkları sistemlerle olan ilişkilerinde kaçınılmaz olarak karşı karşıya kaldıkları ve bazen bir hayli zorlandıkları bu problemlerini çözme hususunda da bazı tartışmalar açılmış ve bunlar bugün bir akîde konusu olarak işlenip kitaplara geçmiş bulunmaktadır.
İslâm akâidinin temelini oluşturan altı iman esası ve bunlara bağlı olarak diğer zikrettiğimiz hususların hemen hemen her biri ayrı bir madde olarak ilgili yerlerde tekrar işlendiğinden bunların teferruatına burada girmiyoruz.
İslâm akâidi ile ilgili olarak yazılan en meşhur eserler arasında İmâm-ı Â'zam'ın Fıkhu'l-Ekber'*ini; İmâm Mâturidî'nin Kitâbu't-Tevhîd'ini: Ömer Nesefi'nin Metnu'l-Akâid'ini, Nureddin es-Sâbûnî'nin el-Bidâye'sini, zikredebiliriz. Bunların yanında Taftazânî'nin Şerhu'l-Akâid adlı eseriyle Şehristânî'nin, Abdulkadir el-Bağdadî'nin, İmâm Gazâlî'nin, Kadı Adudiddin Abdurrahman b. İcî'nin, Seyyid Şerif Cürcânî'nin eserleri de çok okunan kayda değer eserlerdir.

________________

“çirkinsiniz ve bu fiziksel değil.”
- Sanalı bıraktım arkadaşlar, Allah'a emanet olsun.
Hoşçakalın.
 


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Kapalı
Refbacks are Kapalı





Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 10:31.