IRCRehberi.Net- Türkiyenin En iyi IRC ve Genel Forum Sitesi

IRCRehberi.Net- Türkiyenin En iyi IRC ve Genel Forum Sitesi (https://www.ircrehberi.net/)
-   Mustafa Kemal ATATÜRK (https://www.ircrehberi.net/mustafa-kemal-ataturk/)
-   -   Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurmuş Olduğu Kurumlar (https://www.ircrehberi.net/mustafa-kemal-ataturk/47349-mustafa-kemal-ataturk-un-kurmus-oldugu-kurumlar.html)

TeKo 29 Kasım 2020 17:55

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurmuş Olduğu Kurumlar
 
Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurmuş Olduğu Kurumlar


[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

BİRİNCİ BÖLÜM

ATATÜRK’ÜN KURDUĞU KÜLTÜR KURUMLARI

Halkevleri

Halkevleri konusun başında öncelikle “halk” kelimesi tanımlamak lazım gelmektedir.

Belirli yer ve zamanda yaşayan insanların ekonomik çıkarlar nedeniyle bir sosyo-ekonomik dayanışma içine girmeleri sonucunda meydana gelen insan topluluğu, ortak yanları güçlü ve benzer kökten gelen birçok kavim ve soy topluluğunun birlemesinden ortaya çıkan sosyal varlıklar. [1]

Eski sözlüklerde ahali, tebaa, raiye, reaya, avam, avamı nas gibi karşılıklar gösterilmektedir. Osmanlı Devleti’nde halk, padişahın kulları, köleleri idi. Padişah da Tanrının yeryüzünde vekili, gölgesi olarak tanımlanırdı. [2]

Türk Ocaklarından Halkevlerine

II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra Osmanlı Devleti, çeşitli iç ve dış olayların sebep olduğu bunalımla içine düşmüştü. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, Girit meselesi, 31 Mart Vakası, Trablusgarp Savaşı gibi olaylar, devlet bünyesinde derin izler bırakmıştı. Osmanlıcılık çatısı altında bağımsızlık faaliyeti yürüten Rum, Ermeni ve Bulgar cemaatlerinin yanında, Arnavutluk’ta başlayan ayaklanmalarla birlikte Müslüman unsurların devletten ayrılma teşebbüsleri de artık gizlenemeyecek hale gelmişti.[3]

Bütün bu iç ve dış gaileler içinde ülkede milli birlik ve beraberliği sağlayamamanın sancısını çeken Türk unsuru vardı. Çünkü Türkler bütün bu gelişmelere rağmen hala daha milli şuur ve milliyetçilikten mahrum bulunuyordu. Bu sebeple II. Meşrutiyet’e paralel olarak çeşitli cemiyet ve dergiler etrafında toplanmaya başlayan Türkçü aydınlar milli mefkûreden ve şuurdan mahrum olarak yaşayan Türkleri bir arada, millet denilen bir bütün halinde toplama lüzumu üzerinde durmaktaydılar. İşte Türk Ocakları, milli varlığı tehlikede görerek Türkleri kurtarmak gerektiğine inan Türk gençleri ve aydınlarının bir hayat hamlesi yaparak ortaya koydukları cemiyet şeklinde kurulmuştur.[4]

Atatürk Milli mücadeleyi gerçekleştirdiğinde Türk Ocakları’ndan yetişen aydınlardan büyük destek görmüş Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk Devleti’ni kurup geliştirirken de ocakların yetiştirdiği kuşaklardan geniş ölçüde faydalanmıştı. O dönemde Türk Ocakları, Türk kültürünü incelemiş ve Türk şuurunu ayakta tutmaya çalışmıştı.[5]

Türkiye’de 1930 yılında yaşanan olaylar, özellikle ekonomik buhran, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Menemen hadisesi, yapılan inkılâpların halk arasında tam manasıyla benimsenip yerleşmediğini ortaya çıkarmıştır.[6]

Bu durum karşısında milli ve çağdaş bir devletin hızla kurulmasını ve yerleşmesini kolaylaştırmak, bu gaye yönünde yapılanları yaymak için aynı gayeye bağlı bütün kuruluşların ve aydınların devlete yardımcı olmaları, hedefe hep birlikte yürümeleri kaçınılmaz görünüyordu. Özellikle Kubilay Olayı’ndan sonra Atatürk buna tamamı ile inanmıştı. Bunun için de, sadece teorik planda kalan değil fiilen yurdun ilçelerine bucaklarına ve köylerine kadar girip halkla doğrudan doğruya kaynaşacak, ona yeni devletin yaptığı yenilikleri anlatacak büyük kuruluşlara ihtiyaç vardı. Halkevleri işte bu inançtan doğdu. Uzun bir süredir Türk Milleti için büyük hizmetlerde bulunmuş memleketin en seçkin ve en dinç kadrolarını bir araya toplamış Türk Ocakları, böyle bir kuruluş içinde en sağlam temeli teşkil edebilirdi. Bu düşünce yavaş yavaş Atatürk’ün zihninde olgunlaşmaya başladı. Ocakları zaten, eskiden beri ilgilendiği beğendiği, desteklediği ve güvendiği bir kuruluştu.[7]

Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında yaptıkları çalışmaları, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük beğenisini kazanmış ve Atatürk, 1931’de yaptığı yurt gezilerinde Türk Ocakları’nı ziyaret etmişti. Atatürk’ün bu gezi sırasında yaptığı konuşmalarında gerekse daha sonraki gelişmelerinde Türk Ocakları’nı Cumhuriyet Halk Fırkası’nın içine alarak, doğrudan partiye bağlı yeni bir kuruluş şekline sokmak istemesi, halkevlerini kurmaya karar verdiğini göstermektedir.[8]

Türk Ocaklarının Cumhuriyet Halk Fırkası ile birleşmesi için 10 Nisan’da büyük kurultayın yapılması planlanmış ve nihayet 10 Nisan 1931 Cumartesi günü, Türk Ocakları’nın Ankara’daki Genel Merkez binasında toplanılmış ve başta CHP Genel Sekreteri Recep Peker olmak üzere parti ileri gelenlerinin ve milletvekillerinin de katıldığı kurultay, toplantıda Türk Ocaklarının kapatılması ve mal varlığının Cumhuriyet Halk Fırkası’na devredilmesi kararlaştırılmıştı.[9]

Esasen Türk Ocakları’nın kapatılmasında 1930’da vuku bulan bazı olaylar, Atatürk’ün Türk Ocaklarıyla ilgili düşüncesinin gerçekleştirilmesi ve hızlandırılmasında etkili olmuştur. Bu olaylar, Türk Ocakları yöneticilerini kendiliğinde, bilerek ya da başkalarının telkinleri ile ve farkına varmadan yaptıkları yahut da kontrol ve disiplin yetersizliği gibi organizasyon eksikliği yüzünden doğmuş hatalarında çıkmıştır. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması ve bazı üyelerinin bu üyelerin bu partide yer alma eğilimleri Türk Ocakları’nın kapatılmasında az da olsa etkili olmuştur. Sonuç olarak, öncelikle Türk Ocakları’nın siyasi bir güç şeklinde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın karşısına çıkabileceği endişesi Ocakların kapatılma kararının alınmasında etkili rol oynamıştır. Böylece hem muhalif bir kuruluşun ortadan kaldırılması, hem de Türk Ocakları gibi teşkilatlı ve dinamik bir kuruluşun Cumhuriyet Halk Fırkası içine alınarak güç birliği yapılması sağlanmıştır.[10]

Türk Ocakları gerçekleştirdikleri kültür faaliyetlerinde çoğu zaman köylere kadar ulaşmışsalar da halkevleri kadar çok sayıda geniş bir teşkilata sahip olamamışlardır. Fakat halkevleri hemen her köyde kurulan halkodalarıyla tamamen halka inmeyi başarabilmiş bir kültür müessesidir diyebiliriz. Bu yönüyle de Türk Ocakları’nı bir aydın hareketi halkevlerini ise bir halk hareketi olarak kabul etmek daha doğru olacaktır. Kısaca halkevleri ve halkodaları bu yönüyle, devletin her alanda ve her yönde uygulamaya giriştiği geniş kalkınma yükselme programının hızla gerçekleşmesine ve halk tarafından benimsenmesine, fikirlerini işlemek yoluyla yardım etmişlerdi. Bunun yanında hem halkevleri hem de halkodaları bir yandan kendi yönetim kurulları tarafından idare edilecekler bir yandan da CHP tarafından kontrol edileceklerdi. Kısaca halkevleri ve halkodası kendi kendine yeter duruma getirilecek yani bulunduğu yerden temin edilecek gelir kaynaklarıyla idare edilecektir.[11]

Halkevlerinin Kuruluşu

Halkevlerinin kuruluşunda belirleyici olan etkenlerden birisi de CHP’nin kimlik arayışıyla yakından ilgilidir. Çünkü Türk Ocakları’ndan sonra nasıl bir örgüt kurulacağı da başlangıçta tam olarak belirgin değildi. Bütün tutum ve davranışlarıyla halkevlerinin kuruluşunda çok önemi bir role sahip olan Atatürk, ülkede arayışı yerinde izleyerek yetkilileri uyandırmış ve onların halkevleri gibi bir örgütlenmeye yönelmeleri konusunda asıl kararı kendisi almıştı. Bu yolda araştırmalar devam ederken, Avrupa’da öğrenim görmüş olan Vildan Aşir Savaşır’ın Çekoslovakya’daki Sokol adlı kuruluşları anlatan Ankara Radyosu’ndaki konferansında, Türkiye’de halkevleri ya da halkın evi şeklinde bir örgütlenmeye gidilebileceği üzerinde durması durumu kolaylaştırmıştır.[12]

Bir süre sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilecek olan Dr. Reşit Galip, Halkevlerinin kuruluşunu üstlenmiş ve onun çağrısıyla dönemin önde gelen aydınları Ankara Türk Ocağı binasında yapılan toplantıya katılmıştı. Burada oluşturulan komisyon, Halkevlerinin ana tüzüğünü hazırlamakla görevlendirilmiş ve sonunda Halkevlerinin kurulması kesinleşmişti. 1932 yılı başında Halkevinin kuruluşuyla ilgili hazırlıklar tamamlanmış ve durum C.H.P Genel Sekreteri Recep Peker tarafından bütün örgütlere duyurulmuştu. 19 Şubat 1932 günü başta Ankara olmak üzere 14 il merkezinde Halkevlerinin açılış töreni yapıldı.[13]

Eski Türk Ocağı binası yeni Halkevleri’nin Genel Merkezi olmuştu. Birinci kuruluş yıldönümünde Halkevlerinin sayıları 53’e ikinci yıldönümünde ise 80’e ulaşmıştı.[14]

Açılış haberi Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde de “Halkevleri birbirine inan, birbirini tamamlayan insanların tek kalmaktan kurtulacakları milli bir birlik kaynağıdır”. Şeklinde yer aldı.[15]

Genel açılışla beraber başlıca büyük kentlerde Halkevlerinin açılması, kısa zamanda ülke çapında kültürel havanın esmesini sağladı. Kentlerin okumuşları, aydınları, yüksek eğitim görmüşleri ile beraber devletin ve partinin önde gelenleri Halkevlerinde görev almışlar ve tüm çalışmalara katılarak halkın toplanmasını ve eğitilmesini sağlamışlardı.[16] Halkevlerinde yalnızca belirli kişiler değil tüm vatandaşlar birbirine kaynaştırılacak, bunu için olabildiğince çok kişi görev alacak yetenekli kişiler iş başına getirilecekti.[17]

Halkevleri ve Çalışmaları

Halkevleri Türkiye’de halkın istek ve yeteneklerine uygun olarak kurulan ilk önemli teşkilat olmuştu. Evler, gençliğin gelişmesi, halkın aydınlatılması, Türk kültürünün bütün yönleriyle ortaya çıkarılmasını amaçlamış ve zengin bir programla icraatlarına başlamıştı. Halkevlerinin kuruluşunda 9 kol halinde örgütlenmesi uygun görülmüştü. Bunlar şöyle belirlenmişti: Dil, Edebiyat, Tarih-Güzel Sanatlar Temsil (Tiyatro ve Seyirlik oyunlar)-Spor-Sosyal Yardım-Halk Dershaneleri ve Kurslar-Kütüphane ve Yayın-Köycülük-Müze ve Sergiler.[18] Yapılan bu çok yönlü çalışmada bütün bir millet harekete geçirilmiş ve herkesin milli amaca hizmet etmesi sağlanmıştır.[19]

Dil, Edebiyat ve Tarih Şubesi

Bağımsız bir milletin dilinin, tarihinin ve edebiyatının yabancı unsurların tesir ve istilasından en fazla korunması gerekirken, sürekli taarruzlara uğraması ve derin yaralar almış olması o milletin bu alanda yapması gereken çok büyük sorumluluklarının olduğu anlamına gelmektedir. Böyle bir sorumluluğu üstlenmeyi halkevleri dil, edebiyat tarih şubeleri görev edinmiştir.[20]

Halkevleri, dil, edebiyat ve tarih şubelerinin en verimli çalışmalarından birini de yayınladıkları dergiler oluşturmaktadır.[21] Halk dilinde yaşayan ve yazı diline girmemiş nice sözler listeler halinde Halkevleri dergilerinde yayınlanmaya başladı.[22]

Sözün kısası, Tarih, Dil ve Edebiyat şubelerinin çalışmaları, ülkede bir ulus bilincinin oluşmasına katkıda bulunacaktı. Dil ve edebiyat alanında sürdürülen çalışmalar ve yapılan derlemeler, Türkçenin söz dağarcığının, anlatım gücünün üstün bir düzeye gelmesinin yolunu açmıştır. Dil ve edebiyat çalışmalarının iki koldan yürütülmesi gerektiği belirtilmiş ve bundaki amaç şöyle açıklanmıştır. Birincisi, Araştırma ve Derleme, Eski Türkçe eserlerdeki öz Türkçe sözleri derlemek, halk dilinde yaşayıp yazı diline henüz geçmemiş Türkçe sözleri tabirleri ve halk bilgisi mahsullerini toplamak, eski Türkçenin ve bugünkü halk Türkçesinin gramer ve şive hususiyetlerini araştırmak; masalları, atasözlerini toplamak… İkincisi, İleri Sürme İşi Bugünkü yazı dilinde kullanılan yabancı kökten sözlerin ifade ettiği mefhumları anlatabilecek Türkçe kökten sözler bulup tebliğ mahiyetinde olarak neşretmek, dile ait yol gösterici yazılar yazmak, öz Türkçe sevgisini yaymak…[23]

Güzel Sanatlar Şubesi

Bu şube, musiki, resim, heykeltıraşlık, mimarlık, tezyini sanatlar gibi alanlarda çalışmıştır. Halkın güzel sanatlara olan ilgisini artırmak ve bu alanda gelişme sağlamakla birlikte, ürünlerin topluma yayılmasına çalışmak görevine de sahipti. Yapılan müzik çalışmalarında gaye, bir taraftan yeni Türk müziği oluşturulurken, diğer yandan halk arasında ve köylerde söylenen halk türkülerinin de tespit edilmesine çalışılmıştı. Halkevlerinde kurulan bandolar, müzik alanında yapılan yeniliklerin bir temsilcisi olmuştur. Resim, fotoğrafçılık, heykeltıraşlığa halkevlerinin birçoğunda büyük önem vermiş, en mütevazı köylerin halkevlerinde dahi sergilerin açıldığı gözlenmiştir. Arkasında sanat eseri bırakmamış milletleri tarihin unutmuş olduğu gerçeğinden yola çıkılarak, insan topluluklarının millet vasfına liyakat kazanabilmeleri için, bütün dünyayı ilgilendirebilecek milli bir sanata sahip olmaları şart görülmüştür. Bundan dolayı halkevleri faaliyetleri içerisinde sanat çalışmalarına önemli bir yer verilmiştir. Türkiye’nin ilk bale gösterileri halkevlerinde sahneye konmuş, yine ilk dansçılar halkevlerinin çatısı altında yetişmiştir. Eminönü Halkevi’nde yetişen sanatçılar arasında Münir Özkul, Renan Fosforoğlu, Sadri Alışık’ta bulunmaktadır.[24]

Temsil Şubesi

Halkevinin temsil şubeleri, bu teşkilatın en önemli görevini üstlenen bir öğesi olmuştur. Halkevi sahnesi bir milli kültür mektebi olarak tasavvur edilmiş orada çalışanlar milli müdafaa için emek veren mücahitler sayılmışlardır. Halkevinde sahnelen oyunlar, milli tezleri müdafaa eden konulardaki piyesler olmuştur. Temsil konuları, Umumi Türk Tarihi ile milli mücadeleleri içeriyordu. Geleneksel değerleri işleyen ulusal piyeslerle halkın eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi amaçlanmıştı.[25]

Dr. Reşit Galip, konuşmasında bu hususu şöyle açıklıyordu.

“Halkevleri temsil mezaisinin bilinmesi lazım bazı hususiyetleri vardır. Halkevi sahnelerinde yalınız milli tezleri müdafaa eden mevzularda piyesler temsil edilir.”[26]

Halkevlerinin bu şubesi, ülkemizde tiyatronun gerçek anlamı anlaşılmış ve ne kadar önemli bir iletişim aracı olduğu ortaya konulmuştu.[27]

Spor şubesi

Spor şubesi, halkevleri spor anlayışı etrafında her türlü vasıta ile başlıca iki esası müdafaa etmiştir. Bunlardan birincisi, sporda yalnız atlet yetiştirmek değil, bendence olduğu kadar ahlakça ve fikirce sağlam vatandaşlar yetiştirmekti. İkincisi ise, sporun yalnız gençliğe mahsus bir meşgale sayılma anlayışının yok edilmesi olmuştur.

Halkevlerinde bu alanda bütün spor dalları üzerinde durulmakla beraber en çok önem verilen sporlar milletin tarihi geleneğinde yer alan, binicilik, avcılık sporları olmuştur.[28]

Sosyal Yardım Şubesi

Bu şube halkevlerinin hayır işlerine ayıracağı zamanın payını temsil etmiştir. Yoksullara öksüzlere, sakatlara her türlü yardım yapılmıştır.[29] Dr. Reşit Galip “ Türk’ün şiarı, kapısının tokmağı çalınmadan ve önünde avuç açılmadan yardıma ve imdada koşmaktır.” Demiştir. Hakimiyeti Milliye 20 Şubat 1932. Bu insanlar dilencilik durumuna düşmeden, sefalete uğramadan gerekli yardım yapılmıştır. Halkevinin bulunduğu yöredeki yardıma ihtiyaç duyan kimsesiz kadınlar, çocuklar, maluller, düşmüş ihtiyarlar ve hastalar… gibi yurttaşlar hakkında üyelerin şefkat ve yardım duygularını uyandırmak ve yükseltmektir. Bunun için yörede var olan hayır kurumlarıyla ilişkiye geçer, yoksa bunların açılması için uğraşır. Ayrıca, kimsesiz çocuklara giyecek, yiyecek ve barınacak yer sağlamaya çalışır. Kimsesiz hastalara, doğum yapanlara, olanaklar ölçüsünde yardım etme; köyden gelen tedaviye gereksinim duyan insanları il ve ilçelerde barındırma; işsizlere iş bulmalarında yol gösterme bu kolun görevlerindendir.[30]

Ayrıca bu şubenin temel görevlerinden olan fakir hastaların tedavi ettirilmesi işi ise, oldukça önemli bir yere sahipti. Her şube kendisine ait açacağı muayenehanede, kendisine müracaat edecek olan hastaları tedavi etmekle mükellefti. Açılması düşünülen ücretsiz muayenehaneler için bir talimatname bile hazırlanmıştı.[31]

Halk Dershaneleri ve Kurslar Şubesi

Bu şubenin amacı; halkın bilgisini yükseltecek her türlü okuma, yazma ve yetiştirme hareketlerinin ilerleyip gelişmesini sağlamak ve korumaktır.[32]

Bu şubenin önemi büyüktü, harf inkılabı sırasında ülkenin aydınları tarafından açılan irfan seferberliğinin üç-beş ayda verdiği muazzam ve harika sonuçlar hafızalarda yer etmiştir. Bu kurslarda, okuma yazma öğretme mücadelesinden başka, ülkedeki eğitim konusunda da önemli çalışmalarda bulunulmuştur. Bütün giderleri merkezden sağlanmak üzere doğu illerinin on yedisinde 211 tane Türkçe okuyup yazma kursu açılmıştır. Diğer yandan 1946 yılı yaz ayında hemen bütün halkevleri Yabancı Diller Okulu haline getirilmiş ve İngilizcenin yanı sıra Fransızca, Almanca kursları da verilmeye başlanmıştır. Ayrıca biri merkezde ikisi bucaklarda olmak üzere üç Ulus Okulu da açılmıştır.[33]

Kütüphane ve Neşriyat Şubesi

Her Halkevinde bir okuma salonu ve bir kütüphanenin bulunması, halkevlerinin ilk tesis şartlarından sayılmıştır. Halkevi kütüphanelerinde halkevi maksat ve gayelerine uygun kitaplara yer verilmeye dikkat edilmiştir.[34] Kütüphanelere sadece, Bakanlıklar, Genel Müdürlükler, Hükümetçe yararlılığı kabul edilen, Dil ve Tarih Kurumları gibi kuruluşların; CHP Genel Sekreterliği’nin, halkevlerinin kendi bütçeleri ile aldıkları ve yurttaşların yardım olarak verdikleri yapıtlar girebilirdi.[35]

Yayın faaliyetleri başlı başına büyük bir olay olmuş, ülke kalkınmasının ve kültürel faaliyetlerin önemli bir kısmını yayın çalışmaları oluşturmuştur. Halkevlerinin kitap yayınları 500’e yakındır. Hatta yayınlanan konferanslar da buna eklenirse kitap sayısı 800’ü bulmuştur. Bu kol sayesinde yeni çıkan kitaplar bütün şubelere dağıtılıyor, önemli kitaplar üzerine konferanslar ve oturumlar düzenleyerek halkın ilgisini okumaya çekiyordu. Bu kol, Halkevlerinin en başarılı olan koludur. Hem birçok kütüphane ve yayınlarla kalıcı işler yapmış, hem de Türk insanının düşüncelerini değiştirmede önemli görevler üstlenmiştir.[36]

Köycülük Şubesi

Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi köylüdür düşüncesiyle, köylünün aydınlatılması için çok yönlü faaliyetler başlatılmıştır.[37]

Amacı, köylerin ve dolayısıyla köylünün ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ve sağlık yönünden gelişmesine çalışmak; köylüyü müsamerelerine ve eğlencelerine çağırmak ya da gerekirse Halkevlerinin bazı çalışmalarını ayaklarına kadar götürmek; köylünün on beş günde bir mektubunu yazmak; il ve ilçedeki sağlık ve resmi işlemini Halkevleri aracılığıyla izlettirmek ve eğer kentte barınacak yeri yoksa yer sağlamak; köylüyü ilgilendiren kurslar açmak; köyler arasında ve köyle kent arasında geziler ve çeşitli yarışmalar düzenleyerek, köylü ile kentliyi kaynaştırıp arasındaki farkı gidermektir.[38]

Köycülük şubesi, çevrede ki köylere geziler düzenleyerek, onlara bilmediklerini öğretmek, ekonomik durumları iyileştirmek ve özellikle çocuklarına ve hastalarına bakmak ve baktırmak görevini üstenmiştir. 18 milyon kabul edilen Türk nüfusunun 12 milyonunun köylerde yaşadığı hesaba katılarak bu kadar büyük bir nüfus potansiyelinin maddi durumlarının yaşayış tarzlarını iyileştirilmesi, Türk milletinin layık olduğu mertebeye çıkarılması milli bir borç olarak kabul edilmiştir.[39]

Köy öğretmenleriyle kurulan sistemli ilişki ağı Halkevlerinin köycülük kolunun çalışmalarını daha da işlevsel kılıyordu. İdealist Türk aydınların ve gençlerin, köye gidebilmesi için her türlü imkân bu kol tarafından sağlanıyordu. Cumhuriyet rejiminin toplumsal devrimlerinin köye ve köylüye götürülmesi gerekiyordu. Devleti kuran ve yöneten partinin halk kitleleri ile yakınlaşmaya ve onlara yaptıklarını anlatmaya gereksinim vardı. Halkevlerinin köycülük kolları işte böyle bir ortamda köyü ve köylüyü uyandıracak ve onları devrim ilkesi doğrultusunda çağdaş uygarlık hedefin yöneltecekti.[40]

Müze ve Sergi Şubesi

Bu şubenin müze grubu kendi mıntıkasındaki tarihi eser ve abidelerin mütalaasına ve korunmasına çalışılacaktı. Tarihi eserler, Türk milletinin insanlık tarihindeki büyük rolü olarak kabul edildiğinden, halkevlerini bu tarihi eserler hakkında dikkatli olmaya, onları daha iyi korumaya davet etmiştir. Sergi çalışmalarında her türlü tanıtım amaçlanmıştır.[41]

Bu kol, Tarih çalışmalarında Türk Tarih Kurumu ile işbirliği yaparak ona yardımcı olmuştur.[42]

Halkevlerinin Kapatılması

Çok partili hayata geçişle beraber, değişik düşüncedeki kimseler ve kesimler partiler kurarak örgütlenmeye başlamışlardır. Halkevlerinin konumu da giderek tartışma yarattı. Yeni kurulan partilerin Halkevlerinden yararlanmak istemelerine tüzüğün elvermediği gerekçe gösterilerek olumsuz yanıt verildi. CHP’nin Halkevlerini partiler dışı bir kuruluşa dönüştürme konusunda da yavaş davrandığı anlaşılmaktadır.[43]

Sonunda Halkevleri 8 Ağustos 1951 tarih ve 5830 sayılı yasa ile kapatıldı. Bir kısım binaları yeniden açılan Türk Ocaklarına verilmiş diğerleri de hazineye mal edilmişti. Ancak ne var ki Halkevlerine ait taşınır malların özellikle kütüphane, arşiv, belge, fotoğraf gibi malzemenin korunması için hiçbir önlem alınmamış ve bu büyük kültürel birikim deyim yerindeyse savrulmuştur.[44]

Bütün ülkede var olan Halkevleri, Halk Partisi binaları ile diğer mal varlığına devletçe el konuldu. Halkevi eşyaları yağma edildi, çöplüklere ve sokaklara atıldı. Halkevleri kitapları, kese kâğıtçılarına toptan verildi. Tüm yayınlar kamyonlara doldurularak alanlarda yakıldı.[45]

Birçok alanda ve birçok konuda önderlik ederek ilkleri gerçekleştiren bu kurum, toplum üzerinde genelde çok olumlu etkiler yapmış başarılı bir kuruluştur. Kapatılmasıyla Türk toplumunu birleştirecek çimento ve tutkalı üreten bir birim yok edilmiştir. Yeni düzenin veya Atatürkçülerin kalelerinden ilki düşürülmüştür. [46]

İKİNCİ BÖLÜM

ATATÜRK’ÜN KURDUĞU DİL VE TARİH ALANINDA KURUMLAR

Türk Tarih Kurumu

Türkiye’de tarihçilik genel anlamda dört aşamadan geçerek gelişimini sürdürmüştür. Bunlar: Dinsel Tarih Anlayışı, hanedan tarih anlayışı, ırksal tarih anlayışı ve son olarak ulusal tarih anlayışı. Tanzimat’a kadar, tarih olaylarının açıklanmasında genellikle dinsel tarih anlayışı geçerli olmuştur. Bu tarih anlayışlarının geçerli oldukları devirde, özellikle, dinsel tarihçilik devrinde tarih yazıcılığı, dar kalıplar içinde yaşamıştır. [47]

Tanzimat’la I. Meşrutiyet arası yıllarda, devlet tarihi anlayışı gelişmeye başlamıştır. I. Meşrutiyetten sonra da ülkede Ulus Tarihi Anlayışı gelişmiştir.

II. Meşrutiyet döneminde padişahların baskısı biraz azalınca başka konularda olduğu gibi bilimsel tarihçilikte de ilerlemeler oldu. [48]

II. Meşrutiyet döneminden sonra tarihçilik, yeni Türkiye Devleti’nin kurulması ile bugünkü ulusal ve çağdaş aşamasına girmiştir.[49]

Bu dönemde gelişmeye başlayan milliyetçilik akımı, milli tarih anlayışını ortaya çıkarmıştır. Türk aydınları arasında hızla yayılmaya başlayan Türkçülük akımı sayesinde bakış açısı değişmeye, tarih çalışmaları farklı bir boyut kazanmaya başlamıştır. Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyinzade Ali, Yusuf Akçura, Fuat Köprülü gibi isimler Türkoloji’nin ve modern tarihçiliğin gelişmesinde büyük rol oynamıştır.[50]

Atatürk’ün Tarih Anlayışı

Atatürk, tarihe ve özellikle Türk tarihine çok önem vermiştir. Kendisi de askeri ve siyasi hayatında tarih bilgisinden çokça istifade etmiştir. Prof. Dr. Afet inan Türk tarih kurumunun 4o.yıldönümü töreni vesilesiyle yaptığı konuşmasında Atatürk’ün okul sınıflarındaki derslerinden itibaren tarih çalışmasını sevmiş ve hayatının her devresinde çeşitli kitaplar okuyarak Türk tarihinin meseleleriyle uğraştığını belirtmiştir. [51]

Mustafa Kemal Atatürk’ün düşün dünyasının oluşmasında ve tarih bilgisi ve bilinci kazanmasında okuduğu kitapların önemi çok büyüktür. Atatürk’ün okuduğu sanat, ekonomi, genel kültür, siyaset, düşünce dünyası, askeri içeriklerden oluşan kitaplar arasında büyük oranda tarih kitapları da yer almaktadır.[52]

Milletçe girdiği mücadelede ve cumhuriyete attığı ilk adımda da bu kuvvetli tarih bilinciyle hareket etmiştir. Atatürk’e, tarih ilmine olan ilgisi ve katkısından ötürü 19 Eylül 1923 günü İstanbul Üniversitesi tarafından fahri Tarih Profesörlüğü verilmiştir.[53]

Osmanlı Devleti’nin parçalanmasının akabinde, Türkler aleyhine karalama ve tarih tahribatı tekrar en üst seviyesine ulaştı. I. Dünya Savaşı sonunda ülke topraklarını işgal eden güçler, Anadolu toprakları üzerinde Ermeni, Rum Yunan, Bizans ve Hıristiyanlık propagandası yaptılar. Haçlı seferleriyle başlayan Türk düşmanlığı Anadolu topraklarının taksimatında kendini gösterdi. Öyle ki Yunanlılar Batı Anadolu’da nüfuz elde edebilmek amacıyla, coğrafya ve uygarlık delilleri ortaya atmaya çalıştılar. İtalyanlar, Eski Roma İmparatorluğu’nun halefleri olarak, hak iddia etmişlerdir. Fransızlar, Haçlı seferlerinden sonra bir Frank Devleti’nin kurulmasını bahane ederek Güney Anadolu’nun bir kısmına sahip çıkmışlardır. Atatürk, Büyük Zaferden sonra bu haksız hüküm ve iftiraların daha sonra da devam ettirilebileceğini tahmin ederek 1928 yılından itibaren tarih çalışmalarını örgütlemiştir. Çağdaş Türk tarihçiliğini bu örgütlenme ile başlatmak mümkündür. Sistemli olarak ulusal tarih denilen olgu bu tarihten itibaren ortaya çıkmıştır.[54]

Osmanlı döneminde eski Türk tarihi ile ilgili neredeyse hiç araştırma yapılmamıştı. Batı dünyası da, Türkler ve Türk tarihi hakkında son derece önyargılı idi, eserlerinde Türk milletini küçük düşürücü ifadeler sıkça yer almıştı. Atatürk, batılıların hafızalarındaki bu taassubu silmeye, Türklere kendi tarihlerini öğretmeye ve belgelere, ilmi metotlara dayalı bir tarih anlayışı geliştirmeye çalışmıştır.[55]

Atatürk iktidarı boyunca Türkiye’de tarih biliminin gelişmesi için çabalamıştır. Tarih çalışmalarını teşkilatlandırmak için Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurmuş, bunu yeterli görmeyip Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni de buna eklenmiştir.[56]

Türk Tarih Kurumunu kurdurması, bu kurumun çalışmalarına katılarak yakından ilgilenmesi tarihe ve tarih bilimine verdiği önemi göstermesinin yanı sıra Osmanlıdan Cumhuriyete (ümmetten-millete) geçiş sürecinde Türk milletine, millet olma bilincini aşılamak amacını da gütmektedir.[57]

Tarihte Atatürk’ten öncede tarih yazmak ve dil düzenlemek teşebbüsünde bulunmuş devlet reisleri vardır, ancak bu hususta Atatürk’ü onlardan ayıran, onlardan üstün tutan en önemli özellik onlar gibi yalnız kendi işlerinin ve zamanın tarihini yazmakla kalmayıp, bütün insanlığın tarihini ve kültürünü araştırtmış ve yazdırtmıştır. Ve muazzam planını uygulamak için de 1930’da Ankara’da Türk Tarih Kurumu’nu tesis etti.[58]

Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin Kuruluşu ve Amacı

Prof. Dr. Afet inan Atatürk’ün tarih çalışmalarına başladığı tarihi şöyle saptar:

1928’de Fransız kız lisesinde öğrenci olduğum yıllarda Fransızca bir coğrafya kitabında, Türklerin sarı ırka mensup olduklarını ve Avrupa zihniyetine göre ikinci( secondaire) derecede bir insan tipi olduğu yazılmakta idi. Türklerin medeniyet alanındaki eserlerine Fransız tarih kitaplarında hiç yer verilmemesi, hatta bazen ‘Barbar’ deyimi ile istilacı bir kavim olarak gösterilmesi dikkatimi çekmişti. Bunları kendisine gösterdiğimde “ Hayır, böyle olmaz, bunun üzerinde meşgul olalım” dediler.[59]

Bu çalışmaların ilk ürünleri 1929 yılında lise ve ortaokul öğrencileri için yazılmış tarih fasikülleri şeklinde basılmaya başlandı. 23 Nisan 1930’da Ankara’da altıncı kez toplanan “Türk Ocakları Kurultayı” Türk Tarih Kurumunun kuruluşuna ilk temel taşı koyması bakımından önemlidir. Toplantıda konuşma yapan Prof. Dr. Afet inan, Türk tarihinin eksikliğini, Türk ulusunun kurduğu büyük uygarlıkları konu almış ve kırk imzalı bir önerge vermiştir. Afet İnan’ın önergesi kabul görmüş ve Türk ocakları yasasına “ Merkez Heyeti Türk tarih ve medeniyetini ilmi bir surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih Heyeti teşkil eder”. Şeklinde bir madde eklenmiştir. Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Heyeti bu madde gereğince kuruldu. 16 üyeden oluşuyordu.[60]

İlk toplantısını 4 Haziran 1930 günü yapmış ve Türk Ocakları Merkez Heyeti Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in başkanlığında bir yönetim kurulu seçilmiştir.[61]

Heyet daha önce okullar için bastırılan tarih fasiküllerinden yararlanarak 606 sayfalık Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı bastı. Bu eser, Türk tarihi hakkında yepyeni bir görüşü , “Tarih Tezi” diye adlandırılan bir tezi ortaya atmış oldu.[62]

1931’de Türk Ocaklarının kapatılması üzerine Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin bir niteliği kalmamış ve 15 Nisan 1931’de de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti halini almıştır.[63]

Cemiyet çalışmalarına aynı üyelerle ve aynı çalışma planı ile devam etmiştir.[64] Dil devriminden sonra cemiyetin adı 1935’de Atatürk tarafından Türk Tarih Kurumuna çevrilmiştir.[65]

Türk Tarih Kurumu’nun amacı Tüzüğünün 4. Ve 5. Maddelerinde şöyle belirtilmiştir:

“Madde 4- Kurumun amacı Türk tarihi ile Türkiye tarihini ve bunlarla ilgili konuları incelemek ve elde edilen sonuçları her türlü yollarla yaymaktır. Kurum bu amacına erişmek için aşağıdaki yolda çalışır:

a) Türk ve Türkiye tarihi kaynaklarını araştırır ve inceler; bunları ve bunlarla ilgili bilimsel değerde monografileri, çeşitli eserleri ve dergileri yayınlar.

b) Türk ve Türkiye tarihine dair kaynakları ve tetkikleri Türkçeye çevirir ve yayınlar.

c) Yeni buluşları ve bilimsel konuları tartışmak üzere toplantılar yapar ve kongreler düzenler.

d) Türk ve Türkiye Tarihini aydınlatmaya yarayacak belge ve malzemeyi elde etmek için gereken yerlere inceleme, kazı ve bunlarla ilgili araştırma yapmak üzere gereken kişileri tek olarak veya heyet halinde gönderir.”

“Madde 5- Kurum, Dernekler Kanunu’nun 6., 10., 11., 24. maddeleri hükümlerine uymak kaydı ile yurt içinde ve yurt dışında yabancı bilim kurumları ile araştırma ve yayın konusunda işbirliği yapabilir. Kurum yerli ve yabancı bilimsel kuruluşlara üye olabilir. Bunlar temsilci gönderebilir ve kongrelere katılabilir…”[66]

Türk Tarih kurumunun kuruluşundan sonra ilk işi, liseler için dört ciltlik bir tarih kitabı hazırlamak oldu. Bu eser, Atatürk’ün çalışmaları bizzat takip etmesiyle kısa zamanda tamamlanarak milli eğitim bakanlığınca bastırılmıştır.[67]

I. Türk Tarih Kongresi

Türk Tarih Kurumu tüzüğünde, kurumun yeni buluşları ve bilimsel konuları tartışmak üzere toplantılar yapacağı ve kongreler düzenleyeceği hükmü yer almaktaydı. Bu bilimsel toplantı ve kongrelerin en önemlisi kuşkusuz Türk Tarih Kongreleridir. Bunların ilki Atatürk’ün emriyle 2-11 Temmuz 1932 tarihlerinde Ankara Halkevinde toplanmıştır. Amaç, yeni tarih tezinin ve tarih öğretiminde izlenecek yolun öğretmenlere anlatılmasıdır.[68]

Atatürk’ün elde etmek istediği sonuç üniversitenin tarih ile ilgili öğretim üyeleri ile lise ve ortaokul tarih öğretmenleri arasında yeni tarih anlayışı bakımından bir tartışma zemin sağlamak, varsa kuşkuları ortadan kaldırmaktır.[69]

Kongrede, Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabın son incelemeler ve belgeler ele alınarak yeniden yazılması, liseler için hazırlanan dört ciltlik kitapta gerekli düzeltmeler yapılarak yeni öğretim yılına yetiştirilmesi, ilkokullar için yeni tarih kitapları yazılması gibi konular görüşülüp tartışıldı.[70] Atatürk’te tüm kongre toplantılarına katılmış ve dikkatle izlemiştir.[71]

I. Türk Tarih Kongresinde, Türk uygarlık tarihi, Türk ırkının antropolojik yapısı ve özellikleri, Türk Dili ve Edebiyatı ile ilgili bildiriler sunulmuş, tartışmalar yapılmıştır. Esas amaç, manevi yönden Türk varlığını güçlendirmek ve gençliğe tarihi ve dili ile övünen bir kütle ruhunu vermekti.[72]

Tarih ve Dil Kurumlarını, akademi yapmak konusundaki düşüncelerini gerçekleştirmek isteyen Atatürk, 14 Haziran 1935’te Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kurdurmuştur. Fakültenin tarih alanında çalışmaları aynı zamanda Anadolu’nun da uygarlıkların tarihindeki yerini aydınlatmada önemli katkılar yapmıştır.[73] Birinci Türk Tarihi Kongresi’ne yalnızca Türk profesör ve öğretmenleri katılmıştır, kongrenin ulusal bir niteliği yoktur.[74] Ancak ilginçtir, ülkede yaşanan bu gelişmeler dünyada büyük bir ilgiyle takip edilmiştir.[75] Bu kongre, Kurumun çalışma yöntemleriyle amacını da belirtmesi bakımından ayrı bir önem taşır.[76]

Türk Tarih Kurumunun Çalışmaları

Atatürk, büyük işleri milletçe yapmayı severdi. Dil devriminde de bu yolu tutmuştu. 1935 yılında Atatürk’ün tarih alanında da böyle bir çabasını görüyoruz. Tarih, daha çok bilim adamlarının çalışacağı bir uzmanlık dalıdır. Ama aydınların ve halkın da bu alanda yapacağı bazı işler bulunabilir. İşte Atatürk bunu sezmiş ve Türk Tarih Kurumunun çalışmalarına hız vermek, birçok büyük işlerin kısa zaman süresi içinde başarılmış olduğunu görmek için devletin ve halkın çalışmalara katılmasını istemiştir.[77]

Atatürk’ün emriyle Türk Tarih Kurumunun çalışmalarına hız vermek için Afet İnan ve Hasan Cemil Çambel tarafından bir program tasarısı hazırlanmıştır.[78]

Türk Tarih Kurumu kurulduğu günden itibaren yoğun bir çalışma temposu içinde olmuş ve çok sayıda yayın yapmıştır. 1932-1938 yılları arasında özellikle metot kitaplarının tercümeleri hemen yapılmıştır. Böylelikle hem Türk tarihçilerin bunlardan istifade edilmesi sağlanmış hem de tarih çalışmalarında ki metotsuzluk önlenmek istenmiştir.[79]

Türkiye, dünyanın en büyük uygarlıklarını kucağında barındıran eşsiz bir ülkedir. Topraklarının altında on bin yıl önceye dayanan çeşitli uygarlıkların kalıntıları yatmaktadır. Türk Tarih Kurumu bu görüşü benimsediği için, bugünkü Türk topraklarının üstündeki ve altındaki kalıntıları incelemeyi görev saymış ve bu amaç maddesindeki “Türkiye Tarihi Kaynaklarını araştır” buyruğuna uyarak bu alandaki çalışmalarını sürdürmüştür.[80]

Yayın Faaliyetleri

Tarih Kurumu’nun bu dönemki çalışmaları içinde önemli bir olay da, Türk Tarih Bilimi’nin sesini duyuracak, Türk araştırmacılarının çalışmalarını dünyaya tanıtacak bir yayın organına kavuşmasıdır.[81]

1937 yılından beri üç ayda bir Belleten adlı bir dergi sürekli ve düzenli olarak yayımlanmaya başlamıştır. Belleten adı, Atatürk’ün Türk Tarih Kurumuna bir armağanıdır Bugünde 4 ayda bir yayınlanmaya devam etmekte ve 287. Sayısına ulaşmıştır. Türk Tarih Kurumu, gerek üyelerinin, gerekse Türk ve Türkiye Tarihi üzerinde çalışan bilim adamlarının hazırlayacakları monografilere yayımlamayı amaçları arasına almıştır. Bu bölümde kurum çalışmalarında önemli bir yer alır.[82]

Kurum Türk tarihinin araştırıp yayınlamaya dönük olarak lise kitaplarının yazılmasında da öncülük etmiştir. Türk Tarihinin Ana Hatları adlı eser yetersiz kalınca, Türk Tarih Kurumu, çeşitli bölümleri, değişik yazarlara yeniden kaleme aldırdı. Yazılan ilk eser, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın kaleme aldığı Anadolu Beylikleri’dir.[83] Türk Tarih Kurumu kendisine düşen görevleri en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmış, 1935’de Piri Reis’in “Kitab-ı Bahriye” ve “Haritası”nın tıpkıbasımını yayınlamıştır.[84]

Kongreler

Tüzüğün 4. Maddesinin “c” bölümü, kurumun yeni buluşları bilim dünyasına sunmak amacıyla kongreler düzenlemesini emreder. Kurum, 2 Temmuzda topladığı I. Türk Tarih Kongresinden sonra 20-25 Eylül 1937 tarihleri arasında İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda II. Türk Tarih Kongresi’ni düzenledi. Bu kongreye ilk defa yabancı bilim adamları da çağrılarak uluslararası bir nitelik verildi. Atatürk bu kongreyi büyük ilgi ile izledi.[85]

Kongrenin ilginç bir yanı da, tarih öncesinden Cumhuriyet devrine kadar yurdumuz da ve Ortadoğu’da gelişen uygarlıkları maket, resim ve grafiklerle canlandıran öğretici nitelikte bir serginin Dolmabahçe Sarayındaki Muayede Salonu’nda düzenlenmesidir. Bu sergi Atatürk’ün emriyle sürekli olarak halka açık tutulmuş, ancak ölümünde katafalk yapılması nedeniyle kaldırılmıştır.[86]

Türk Tarih Kurumu bundan sonra 15-20 Kasım 1943’te III. , 10-14 Kasım 1948’de IV. , 12-17 Nisan 1956 da V. , 20-26 Ekim 1961 de VI. , 25-29 Eylül 1970 de VII. Türk Tarih Kongreleri düzenledi. Kurum, Kongreler dışında kurulduğu günden beri gerek üyeleri ile, gerekse üyeleri dışındaki bilim adamları ile çeşitli bilimsel toplantılar yapmış ve Türk tarihinin konularını, sorunlarını tartışmıştır. Ayrıca yerli ve yabancı bilim adamlarına konferanslar verdirmiştir. Bu konferansların birçoğu Belleten ’de yayımlanmıştır.[87]

Arkeolojik Çalışmalar

Amaç maddesinin “d” bölümünde; Türk ve Türkiye tarihini aydınlatmaya yarayacak belge ve malzemeyi elde etmek için gereken yerlere inceleme, kazı ve bunlarla ilgili araştırma yapması yer almaktaydı. Türk Tarih Kurumu bu maddeye uyarak ilk yıllardan beri arkeolojik kazılara ilgi göstermiştir.[88]

Atatürk, Türk medeniyetinin derinlemesine incelenmesi ve eski uygarlıkların tanınması için arkeolojiye önem vermiştir. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında başlayan kazı çalışmalar ve müzecilik faaliyetleri, daha sağlam temellere oturtulmak ve daha modern metotlarla sürdürülmek amacıyla Cumhuriyet döneminde tekrar gündeme getirilmiştir.[89]

Kurum arkeoloji alanında 1933- 1935 yılları arasında Ahlatlıbel, Karalar, Göllüdağ arkeoloji kazılarına katılmış, 1935-1937 yılları arasında da Alacahöyük, Trakya Tümülüsleri, Ankara Kalesi, Çankırıkapı hafriyatı, Etiyokuşu hafriyatı, Pazarlı, İstanbul/Sarayburnu ve Karaoğlan hafriyatları olarak isimlendirilen kazı çalışmalarını kendi maddi imkânları ve elemanlarıyla gerçekleştirmiştir.[90]

Kazılardan çıkarılan eserler bugün Ankara, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya, Antalya ve Van müzelerinin en zengin koleksiyonlarını meydana getirmiştir.[91]

Türk Dil Kurumu

Bir toplumun en önemli varlıklarından biri de dildir. Düşünce, dil ile mümkün olan zihinsel etkinliktir. Bu da tüm dalları ile kültürü doğurur.[92]

Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve ardından kurulan yeni devletin oluşturmaya çalıştığı toplumsal yapıyı en temel mesele olarak ilgilendiren konuların başında dil meselesi gelmektedir. Dil meselesi gerek Osmanlının son dönemlerinde ve gerekse Cumhuriyet döneminde sosyal ya da toplumsal kaygılarla ele alınmıştır.[93]

Türk, yüzlerce yıl diline tam anlamıyla sahip çıkamamıştır. Osmanlı Devletinde, padişahlardan halka kadar, Türk olan herkes Türkçe düşünür ve Türkçe konuşurdu. Ancak, düşünceleri yazı yolu ile sistemleştirmek, bilimsel ve kültürel hayata dökmek gerekince işler değişirdi. Osmanlı anlayışı, yazı dilini de Osmanlı yapmıştı. Sonuçta, Türkçe’den ayrı, yeni bir dil ortaya çıkmıştı: Osmanlıca… Osmanlıca, Doğu kültürünün egemen olduğu Türk yurdunda, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı bir yapma dil olarak belirmişti. Medreselerde bilim dili Arapça idi. İslam edebiyatı da tarihsel kökleri bakımından İran’a dayanıyordu. Türk düşünürü bu iki dilin etkisi altında kalarak Türkçeyi Arap ve İran kalıplarına dökmüştü. Böylece hem aydınlarla halkın arasına bir uçurum girdi, hem de eğitim ve öğretim işleri asla düzenlenemedi. Bu uydurma dille yapılan öğretim verimsizdi, uzun zamanlara mal oluyordu. Ayrıca Türk’ün alışamadığı kalıplarla düşünmeye zorlanması bilimsel araştırmaları köstekliyordu.[94]

Meşrutiyetle birlikte, Türk dilinin araştırılması çabaları başladı.[95]

1909’da kurulan Türk Derneği (Türk Derneği Mecmuası 1912’de), 1911’de kurulan Türk Ocağı ile Türk Yurdu Cemiyeti (Türk Yurdu adlı dergi 1912’de), aynı yılda Selanik’te çıkmağa başlayan Genç Kalemler dergisi, bu yolda ilk adımları atmışlar, arı Türkçe kullanmaya çalışmışlardır.[96]

Harf İnkılâbı

Alfabe konusu Cumhuriyet döneminde ilk kez Türk İktisat Kongresi’nde gündeme gelmiştir. Bu kongrede Latin Harflerinin kabulüne karşı çıkanlar olmuştur. Meselenin dini boyutu ön plana çıkmıştır. Çünkü Kur’an dilinin Arapça olması ve dolayısıyla da Arapça’nın kutsal kabul edilmesi, Latin alfabesinin kabulüyle İslam aleminden uzaklaşılacağı gibi konular tartışmalara yön vermiştir. Bu durum Latin harflerinin savunucularını harekete geçirmiştir. Şükrü Saraçoğlu 1924’de yaptığı bir konuşmasında halkın okuma yazma oranın %2 civarında olduğunu, bunun sorumlusunun da Arap harfleri olduğunu söylemiştir. Saraçoğlu’nun bu sözleri gerek Meclis ’de gerekse basında büyük tartışma başlatmıştır. Bundan sonra Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğretimde birlik sağlanmaya çalışılmış ve dil birliği için Latin harflerinin gerekliliği üzerinde durulmuştur.[97]

1926’da toplanan Bakü Uluslararası Türkoloji Konferansı yazı meselesini tekrar alevlendirmiştir. Kongrenin ana konusu Türklerin Latin yazısını alıp almayacaklarıdır. Yapılan oylamada olumlu karar çıkmıştır. 1928 yılına gelindiğinde beklenen şartların müsait olmaya başlamasıyla birlikte harekete geçilmiş ve Atatürk gereken emirleri vermiştir.[98]

“Dil Heyeti”, “Dil Encümeni” ve “Alfabe Heyeti” adlarıyla anılan bir komisyon kurulmuştur. Komisyon alfabe üzerine yaptığı çalışmaların yanı sıra, yeni alfabenin uygulanabilmesi için beş ila on beş yılın gerekliği olduğu hakkında görüşler iler sürmüşlerdir. Falih Rıfkı komisyonun hazırladığı taslağı Atatürk’e sunmuştur. Atatürk yeni yazının tatbik etmek için öngörülen süre hakkında “Bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz” demiştir. Nitekim, Atatürk’ün direktifleri ve çabaları sonucunda tam üç ay gibi kısa bir sürede tamamlanmıştır.[99]

1 Kasım 1928’de TBMM’de “Türk Harflerinin kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” kabul edilmiştir. Bütün yurtta eğitim öğretim seferberliği başlatılarak yeni harflerin öğrenilmesi için “Millet Mektepleri” adıyla 1 Ocak 1929’dan itibaren halka dönük okuma yazma eğitimi verilmeye başlanmıştır.[100]

Atatürk’te yeni yazıyı halka tanıtmak için ve sevdirmek amacıyla Başöğretmen sıfatıyla çıktığı yurt gezilerinde Atatürk, elinde tebeşir halkına alfabeyi öğretmeye koyulmuştur.[101] Kısacası Atatürk alfabe değişimini, Türk milletini cehaletten kurtaracak, kendi güzel ve asil diline kolay uyum sağlayacak bir vasıta, daha doğrusu bir anahtar olarak görmüştür.[102]

Türk Dili Tetkik Cemiyetinin Kuruluşu

Atatürk’ün bir dil savı, bir de tarih savı vardı. Birbirine dayanan bu iki savdan tarihle ilgili olanına doğru olarak öncelik verdi. Atatürk, 1931’de kurulan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 1932 yılında toplanan ilk kurultayından hemen sonra yapılan toplantıda dil işleri üzerine de çalışmalar yapılması gerektiği hakkında konuşulmuştu, Atatürk “ Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı da Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” Dedi. Aynı gün, kurulacak dil kurumunun çalışma programıyla ilgili bir tasarı hazırlandı.[103]

Çalışmaları iki ana dal ayrılacaktı,

1) Türk dilinin başka dillerle bağlarını inceleyecek olan Filoloji-Lengüistik kolu

2) Asıl Türk dilini inceleyecek olan Lügat-Lengüistik ve Etimoloji kolları. [104]

Kurumun ilk başkanı Samih Rifat’tır. Türk Dilini Tetkik Cemiyetinin amacı, “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak tespit edilmiştir. Atatürk’ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır.[105]

I. Dil Kurultayı

Mustafa Kemal TDTC’ni kurarken, Türk dilinin en geniş şekilde incelenmesi ve sadeleşme cereyanının başarılı bir sonuca ulaştırılması gayesini hedeflemektedir. Bir yandan Türk dili yabancı dillerin tesirinden kurtarılıp mümkün olan sadeliğe kavuşturulacak ve öbür taraftan o zamana kadar yazılamayan dil bilgisi ve sözlük meydana getirilecek ve eski yeni bütün ilmi terimlere Türkçe karşılıklar bulunacaktır. Türk dilini tetkik etmek için kurulmuş olan cemiyetin kurucu üyeleri Türk dili incelemelerinin geniş bir planını yapmak üzere ilk dil kurultayını 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe sarayında yapmışlardır. Atatürk bizzat tartışmalara katılmamışsa da, kurultay toplantılarında hep hazır bulunmuştur.[106]

Bakanlar, milletvekilleri, üniversite öğretim üyeleri, öğretmenler, yazarlar, halk temsilcileri, Atatürk’ün ziyaretine gelmiş olan Amerika Birleşik Devletleri Genel Kurmay Başkanı Gen. Douglas MacArthur, kurultay görüşmelerini ve okunan tezleri, verilen konferansları, söylevleri dinlemişlerdir.[107] Kurum başkanı Samih Rifat kurultayın amacını şu cümlelerle belirtti: “Türk dilinin kendi milli kudretleri içerisinde inkişafını aramak maksadıyla toplanmıştır.”[108]

I. Türk Dil Kurultayının sonunda bir çalışma programı oluşturulmuştur. Hint-Avrupa dili ile Türkçe söz köklerinin mukayeseli incelemeleri, Türkçe-Arapça etimoloji lügati gibi çalışmalar toparlanmış ve Türk Dili Dergisinde yayınlanmıştır. Türk lehçelerindeki sözlerin derlenmesine çalışılmıştır. Bu suretle 130.000 civarında kelime toparlanarak tasnif edilmiştir. Gündelik dilde kullanılan yabancı sözlerin karşılığında Türkçe kelimeleri bulmak amacıyla dönemin radyosundan ve gazetelerden halka duyurulmuş olan 1.400 civarında kelime ve sözcüklere Türkçe karşılık bulunmak istenmiştir. I. Dil Kurultayından sonra cemiyetin yayın bülteni olarak Türk Dili adı altında bir mecmua çıkartılmış ve II. Kurultaya kadar çeşitli sayılar çıkartılmıştır.[109]

II.Dil Kurultayı

Yabancı kelimelere Türkçe karşılık bulma ve öz Türkçe kelime türetme çalışmaların hız kazandığı günlerde, 18-25 Ağustos 1934 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda II. Dil Kurultayı toplanmıştır. Kurultay esnasında öncelikle Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin adı “Türk Dilini Araştırma Kurumu” olarak değiştirilmiştir.[110]

Sonrada çoğunlukla dili Türkçeleştirmek adına Arapça ve Farsça sözcüklerin karşılıklarını bulma işine geçilmiştir. Osmanlıdan Türkçeye ve Türkçeden Osmanlıcaya cep kılavuzları cemiyetin önemli yayınları arasındadır.[111]

Kurumun uzmanları 1935 baharına kadar çalışmışlar ve kılavuzun birinci cildi olan Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu 25 Mart 1935’de yayımlanmış, ikinci cildi olan Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu da aynı yılın 19 Temmuzunda çıkmıştır.[112] Osmanlıca sözcüklere Türkçe karşılık bulma işinde gerek Ulus gazetesi gerek Ülkü dergisi de önderlik etmişlerdir.[113]

İkinci kurultayın bir özelliği de, derleme çalışmalarının kapsamının genişlemesi ve folklor çalışmalarının başlamasıdır. Bu kapsamda adetler, masallar, atasözleri, hatta Türkçe argo tabirleri bile derlenmeye başlanmıştır. İkinci Dil Kurultayı’nın ardından 26 Eylül tarihi “Dil Bayramı” kutlanmış ve bundan sonra da kutlanmaları devam etmiştir.[114] İkinci Kurultaydan sonra ortaya atılan “Güneş-Dil Teorisi” heyecan yaratmıştır.[115]

III. Dil Kurultayı ve Güneş-Dil Teorisi

İkinci Dil Kurultayı’ndan iki yıl sonra, 24-31 Ağustos 1936 tarihleri arasında da Üçüncü Dil Kurultayı toplanmıştır. Üçüncü Dil Kurultayı’nın esas Konusu Güneş-Dil Teorisi’dir ve bu teorinin esasını, Tarih teziyle de orantılı olmak üzere Türk dilinin eski bir medeniyet dili olarak diğer dillere kaynak teşkil ettiğinin ileri sürülmesi oluşturmuştur.[116]

Güneş-Dil Teorisi, dilin türeyişi, felsefe, sosyoloji alanında bir kuram olarak ortaya atılmıştır.[117]

Teori, dile hayat veren esas varlığın ne olabileceği fikri üzerinde duran dil felsefecilerinin güneşin hayat verici bir varlık olarak dile de vücut verebileceği düşüncelerinden hareketle ortaya çıkmıştır. Güne dil teorisine göre ilk insanın ilk tanıdığı nesne güneş olduğundan bütün kavramlar ve kelimelerin güneşin insan üzerinde bıraktığı etkilerinden hareketle incelenerek bulunduğu söylenmektedir. İlk insanın çevresindekileri anlamaya veya anlamlandırmaya sevk eden etken, başka hiçbir şeyle kıyas etmeyen, ışık, sıcaklık ve hayat kaynağı olan güneşti. Fizyolojik araştırmaların gösterdiği gibi insanın doğal olarak çıkarabileceği ilk ses “a” sesi olmalıydı. Bu “a” sesinin sürekli tekrarlanması, sonunda yarım ünsüzle birleşip “a” biçiminde ilk sözcüğü ortaya çıkarmıştı. işte bu noktada “a” sözcüğünün eski Türk lehçelerinde “yaratmak”, “renk değiştirmek”, “ışık”, “zeka”, “gök”, “ateş” anlamlarıyla kullanılması, ilk ilkel dilin Türkler tarafından yaratıldığının kanıtı sayılmaktaydı.[118]

Atatürk bu teori ile aslında pek çok yabancı kelimenin kaynağının Türkçe olduğunu ispat etmeyi, dünyaya Türk dilinin zenginliğini göstermeyi ve çıkmaza giren özleştirme çalışmalarını bitirmeyi planlamıştır.[119]

Avrupa dillerinde kullanılmakta olup da asıl kaynağı bilinmeyen sözlükler üzerinde önemle durmuş ve bu birçok sözcük kaynaklarının Türkçede bulunabildiğini söylemiştir.[120] 1936-1938 döneminde, Türk Dili dergisinin çıkan sayıları çoğunlukla Güneş-Dil Teorisine ayrılmıştır.[121] Kurultayın son toplantısında kabul edilen ana tüzükle Türk Dili Araştırma Kurumu’nun adı “Türk Dil Kurumu”na çevrilmiş ve Kurultayın üç yılda bir toplanması kararlaştırılmıştır.[122]

Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi

Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Ankara Üniversitesinin ilk Fakültesidir. Atatürk, bu Fakültenin ismini bizzat koymuş ve kuruluşu ile en yakından meşgul olmuştur. Atatürk, Türk tarihine ait mevzuları bizzat okuyor ve etrafındakilere vazifeler veriyordu. Aynı zamanda Türk dilinin sadeleştirilmesi, halkın konuşma dili ile yazı dili arasında bir ahenk temin edilmesi, kültür işlerimiz için, en çok istenen bir çalışma kolu idi.[123]

Bu hususta Türk tarih kurumunun ve Türk dil kurumunun kuruluşu gerçekleştirilmişti.

Bu kurumların çalışmaları ilerledikçe, istikballeri hakkında Atatürk bunların akademi olmaları üzerinde düşünmeye başlamıştır.

Afet İnan, Atatürk’ün bu husustaki düşüncelerini;

“Tarih ve Dil Kurumlarını, Akademi yapabilmek için, bir Fakülte mi kurmak, yoksa Avrupa ve Amerika’ya talebe mi göndermek daha faydalı olacaktır diye, bana sual sorduğu zaman, Fakülte açmanın Ankara Üniversitesinin kurulmasına önderlik edeceğini, fakat talebelerin garp memleketlerinde yetişmesinin de paralel yürütülmesi fikrini müdafaa etmiştim. “Cumhuriyet başkentinin her çeşit müesseseleri Ankara’da kurulmalı idi”. Atatürk bunu istiyordu. “Bu ise Tarih – Coğrafya tedrisatı ile başlamalı” dediği zaman, ben bir Edebiyat Fakültesinin kurulmasından bahsettim. Fakat, Atatürk Tarih ve Coğrafyanın Fakülte ismi olarak alınmasında, dikkati çekme bakımından faydalı telâkki ettiğini ve bu mevzuların bilhassa önemini belirtmekte işe yarayacağını kabul ediyordu.”[124]

“Fakülte için ilk isim de Tarih – Coğrafya olarak yazdırmasının sebebi şudur: Atatürk, coğrafya ile tarihin sıkı işbirliğine daima işaret eder, bilhassa iki bilginin paralel gitmesini ve coğrafî şartların izahı yapılmadan, harita rehberliğinden mahrum bir tarihin hiç işe yaramayacağını kabul ederdi.” şeklinde anlatmıştır.[125]

Büyük Millet Meclisinde, kurulması kararlaştırılan Ankara Dil Tarih – Coğrafya Fakültesi, 14 Haziran 1935 de resmî hüviyetini almıştır.[126]

Türk dil ve tarih çalışmalarının bilimsel bir temele oturtulması için çok ciddi bir adım atılmış ve Türk Dilinin, Türk Tarihinin ve Coğrafyasının kaynaklarına inilerek araştırılması ve Türk bilim adamlarının yetiştirilmesi için Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi açılmıştır. 9 Ocak 1936 perşembe günü, Ankara Halkevi’nin büyük salonunda, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’nin açılış töreni yapıldı. Yapılan tören sonrası Afet İnan da ilk dersini vermiştir. Fakültenin adına dil kısmının eklenmesini Afet İnan iki nedene bağlamıştır: Birincisi, Türk ve Türkiye tarihine kaynaklık edecek bütün eski dillerin öğretimimi ve araştırılmasını yapmak ve bu konuda yabancı uzmanlardan faydalanmaktır. Nitekim fakültede hem Çince, Sinoloji, Hindoloji, Sümeroloji, Hititoloji, Latince, Yunanca, Arapça vs. dillerin kürsülerine hem de tanınmış dil uzmanlarına yer verilmiştir. İkincisi ise bütün lehçeleriyle Türk dilinin bugünkü ve dünkü durumunu ilmi yollarla tespit edilmesini sağlamaktır. Bunların da ötesinde Atatürk’ün en önem verdiği şey yabancı dillerin öğrenilmesidir.[127]

Türk ve Türkiye tarihinin kaynakları çeşitli dillerde yazılmıştır. Bunların bir bölümü ölü dillerde, bir bölümü de yaşayan dillerdedir. Atatürk Türk tarihinin ikinci el yayınlardan değil, kendi uzmanlarımızca ana kaynaklardan araştırılmasını istemiştir. Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinin kuruluş nedeni de budur. Fakültenin adı da bu bakımdan orijinaldir. Bunun için kuruluşunda Fakülteye dünyanın tanınmış dil uzmanları getirtilmiş, Sümerce, Etice, Sanskritçe, Çince, Yunanca, Latince, Macarca, Rusça, Arapça, Farsça kürsüleri kurularak burada gelecekte Türk tarihinin ana kaynaklardan inceleyecek gençlerin yetişmesi sağlanmıştır.[128]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ATATÜRK’ÜN KURDUĞU İKTİSADİ VE SANAYİ KURULUŞLARI

Atatürk’ün Ekonomi Politikası

Batı ülkelerinin 18. ve 19. Yüzyıllarda gerçekleştirdikleri sanayi devrimini Osmanlı Devleti’nin aynı dönemlerde gerçekleştirememesi, hatta İmparatorluğun son dönemlerinde sanayi ve ticari hayattaki duraklama, Osmanlı ekonomisinin dışa açık, dışa borçlu ev bağımlı hale gelmişti.[129] Ülke geri kalmış, fakir ve sermayeden yoksundu. Esasen yetersiz olan altyapı tesisleri de uzun savaş yılları boyunca harap olmuştu. Ülkemizde sanayi denilecek tesislerde mevcut değildi. Ulaşım ülkede güçlükle gerçekleştirilebiliyordu. Bankacılık, dış ticaret, demiryolları hep yabancıların elindeydi.[130] Kırım Savaşı’ndan sonra 1856-1875 yılları arasında, Osmanlı Devleti’ne borç vermek, faiz geliri elde etmek amacıyla yabancı sermayeli 11 banka kurulmuştu. Yeni Türk Devleti kuruluşunda, ekonomik bakımdan sömürge tipi geri kalmış bir ülke olduğundan süratle kalkınmak zorunda idi. Türkiye’nin kalkınması bir yaşam mesele si olarak ele alınmıştı. Demokratik düzen içinde süratle kalkınmak, Türkiye’yi devletçiliğe, devlet yetkilerini toplum refahına yönelterek hareket etmeye mecbur kılmıştı.[131]

Türkiye başka ülkelerle karşılaştırılması güç şartlar altında bulunmakta, kalkınabilmek için çok büyük güçlükleri yenmek zorunda idi. Birinci Dünya Savaşı 1918 yılında bittiği halde, Türkiye 1922 yılı sonlarına kadar bir ölüm kalım savaşı yaşamıştı.[132]

Yeni devlet 23 Nisan 1920’de kuruluşundan itibaren en önemli sorun olarak ülkenin işgalden kurtarılması ve milli bağımsızlığın sağlanması için büyük ve çok üstün çabalar içinde bulunmuştur. Savaş yılları içinde dahi ekonomik kalkınma bir sorun olmuştur.[133]

Türk devletçilik anlayışında, ekonomik kalkınmayı başarmak için özel teşebbüsün yeterli olmadığı görülmüş, özel teşebbüsün yanı sıra devlet işletmeciliğine de yer verilmiştir. Türk devletçilik anlayışında, fertlerin özel teşebbüsleri ve faaliyetleri esas tutulmakta, ancak mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi mamurluğa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik alanda devleti fiilen ilgili kılmak prensibi kabul edilmiştir.[134] Atatürk giriştiği devrim ve reform hareketleri ile iktisadi kalkınma için gerekli sosyal, hukuki ve kültürel ortamı hazırlamaya çalışmıştır.[135]

“23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi 2 Mayıs 1920’de on bir bakandan oluşacak hükümetin programında mali ve ekonomik meseleler üzerinde önemle durulacağı da belirtilmiştir. Ancak 1920-1922 yıllarında Türkiye, Kurtuluş savaşı içinde bulunduğundan T.B.M.M Hükümeti’nin bu dönemdeki başlıca amacı, yurdu istiladan kurtarmaktır. Savaşın gerektirdiği nedenlerle de, hükümet o sıralarda üretim ve endüstriye yatırım yapacak durumda değildir. Aksine tüketici kadro çoğunluktadır. Bununla beraber yönetici kadro zaferden sonra prensip olarak siyasi ve ekonomik bağımsızlığı öngörmüştür.

Lozan Konferansına ara verildiği tarihte ( 17 Şubat 4 Mart 1923) “İzmir İktisat” Kongresi 1135 delege ile toplanmıştır. Yeni Türkiye’nin ekonomik sorunları, henüz savaştan çıkan Türk yurdu için, başlıca konu oluyor.

Bu kritik devirde ekonomik sorunları düzeltmek için kararlar alan İzmir İktisat Kongresinde, Türkiye için amaç, savaşlardan yorgun çıkan halka, ekonomik yön vermek ve harap olan yurdu kalkındırmak ve mamur etmek fikirleri ön plandadır.”[136]

Atatürk, İzmir İktisat Kongresinde, ekonominin devlet hayatında önemini belirterek, “ milli egemenlik ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük amaçlar, bu kadar kutsal ve ulu hedeflere, bağıtlar üzerinde yazılı genel varılamaz. Bunların bütün olarak gerçekleşmesini sağlamak için, tek kuvvetli temel, ekonomik güçtür. Siyasi ve askeri zaferler, ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılamazsa kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner. Bu kuvvetli ve parlak zaferimizi de taçlandıracak ekonomik egemenliğimizin sağlanması ve güçlendirilmesi gerekir.” demiştir.

Atatürk gerçek kurtuluşun ekonomik egemenlikle sağlanacağını, kuvvetli bir temel üzerinde yükselişin şartının ancak ekonomik güçle olabileceğini bu konuşmasıyla da açıklamıştır.[137]

17 Şubat- 4 Mart 1923 tarihlerinde İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi, çok önemli kararlar alışmıştır. Bu kararların en önemlilerini şöyle sıralamak mümkündür.

1- Ham maddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulmalıdır.

2- El işçiliğinde ve küçük imalattan süratle fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir.

3- Devlet, yavaş yavaş iktisadi görevleri de olan bir organ haine gelmeli ve özel sektör tarafından kurulamayan teşebbüsler devletçe ele alınmalıdır.

4- Özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalıdır.

5- Dış rekabete dayanabilmek için sanayiin toplu ve bütün olarak kurulması gereklidir.

6- Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.

7- Sanayiin teşviki ve ulusal bankaların kurulması sağlanmalıdır.

8-Demir yolu inşaatı programa bağlanmalıdır.[138]

Ekonomik kalkınmanın ve ulusal çıkarların korunmasının yabancı değil ulusal bankalar aracılığıyla gerçekleştirilebileceği görüşü ve ulusal bir merkez bankasına duyulan gereksinme, bu dönemde bankacılık alanındaki gelişmelerin temelini oluşturmuştur. Cumhuriyet hükümetlerinin öncelikle geliştirmeye çalıştıkları alanların başında bankacılık yer almıştır. Bankacılık gelişmeden ekonomik hayatın canlandırılamayacağı, ulusal bankacılığın gelişmesi içinde devlet yardım ve desteğinin gerekli olduğu genellikle benimsenmiştir. 1923-1932 yılları arasında bir yandan Türkiye’nin ekonomik hayatında önemli rolleri katkıları olan bankalar kurulmuştur.[139]

T.C. Ziraat Bankası

Atatürk’ün Düşünce uygulamaların algılanması Türk inkılâbının ekonomik açıdan önemli davalarından biri, tarım ve köy kalkınmasıdır. Bu amaçla aşar vergisi kaldırılmıştır. Göçmen ve mübadillere, topraksız ya da az topraklı çiftçiye devlet arazisi dağıtılmıştır. Kredilerle elde edilebilen ve taksitle ödenebilen tarım makineleri ile modern tarım teşvik edilmiştir. Bunlara gümrük muafiyeti tanınmıştır. Makineyi kullanacak ve tamir edecek personel için eğitimler verilmiştir.[140]

Osmanlı imparatorluğu döneminde ilk ulusal banka olan ziraat Bankası 1863 de kurulmuştur. Ziraat Bankası’nın temelini “Memleket Sandıkları” oluşturmuştur. Tarım kredi ihtiyacının bir örgüt eliyle karşılanması konusunda ilk adım, Mithat Paşa’nın Niş valiliği sırasında Rusçuluk-Pirot kasabasında kurduğu Memleket Sandığı ile atılmıştır. Mithat Paşa, tarımın o günkü durumunun iyileşmesinin, ancak çiftçilerin kendi aralarında oluşturacakları örgütlenme ile gerçekleştirilebileceği inancında idi.[141]

Bir tür tarım kredi kooperatifi olan Memleket Sandıkları’nın kuruluşlarının ilk yıllarında başlıca kaynağını, çiticilerin imece usulüyle yaptıkları üretimin bedeli oluşturulmuştur. Memleket Sandıkları’nın yönetimi, ilgili yöre halkı tarafından seçilen ve fahri olarak çalışan Sandık Emin’lerine bırakılmış ve karları da sermayeye eklenmek yerine ilçe ile ilçeye bağlı bucak ve köylerin köprü, okul, yol gibi kamusal ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılmıştır. Başlangıçta hızlı bir gelişme gösteren, 15-20 yıl kadar kuruluş amaçlarına uygun yararlı hizmetler yapan Memleket Sandıkları, Sermaye yetersizliği, merkezi bir sisteme bağlı olmamaları, yerel töre ve geleneklere göre değişik usullerle çalışmaları, emaneten yatırılan ürün bedellerinin Hazine ihtiyacı için kullanılıp sonradan Sandıklara iade edilmemesi, Sandıkların açmış oldukları kredileri geri alamamaları, kredilerin donması veya batması, Sandık Emin’lerinin görevlerini çoğu yerde kötüye kullanmaları, yönetimde ciddiyetten uzaklaşmaları, Sandıkların işleyişini denetleyen bir sistemin bulunmaması gibi nedenlerle zamanla zayıflamıştır Memleket Sandıklarını iyileştirmek ve sermayelerinin güçlendirmek amacıyla bu Sandıkların sermaye ihtiyaçlarına ayrılmak üzere Aşar Vergisi’ne %10 oranında “Menafi Hissesi” adı altında bir zam yapılmış ve sermaye hissesine verilen isim nedeniyle de bu tarihten sonra sözkonusu sandıklara “Menafi Sandıkları” denmiştir. Ancak Menafi Sandığı uygulamamasının da istenen sonuçları vermemesi üzerine, uygulamada görülen eksikleri gidermek üzere, Ağustos 1888 tarihli bir Nizamname ile bu sandıkların yerine Ticaret ve Nafıa Nezaretine bağlı, merkezi İstanbul’da, başlangıç sermayesi 10 milyon Osmanlı Lirası olan Ziraat Bankası kurulmuştur. Nizamnamede Bankanın görevleri,

1- Taşınmaz mal rehni karşılığında veya şahsi kefaletle çiftçilere borç para verme,

2-Faiz karşılığında mevduat kabul etme,

3- Tarıma ilişkin sarraflık işleri görme ve aracılık yapma, şeklinde belirtilmiştir.[142]

Bankanın bu ilk statüsü bazı ufak değişikliklerle 1914 yılına kadar sürmüş, aynı yılda Banka yapısında ve çalışma esaslarında bazı değişiklikler yapılmış ve bu değişiklikler 23 Mart 1926’da yasalaşmıştır. Bu düzenlemeyle tarım kredi işlemlerinde anılacak güvenceler genişletilmiştir.[143] Ziraat Bankası, 1916 yılında kanunla kurulmuş bir Devlet Bankası hüviyetini almıştır. Sermayesi 15 milyon TL’ye yükseltilen Bankaya Ziraat Vekâleti’nin bazı görevlerine katılma olanağı da sağlanmıştır. Osmanlı, İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemine geçen en köklü ulusal kuruluş olan Ziraat Bankası’nın 1923 yılında 316 şubesi, 15.175.000. lira öz kaynağı bulunmaktaydı. Cumhuriyet döneminde sürekli yenilenen, T.C. Ziraat Bankası unvanı ile bir İktisadi Devlet Teşekkülü haline dönüştürülen Banka, günümüzde de Türk bankacılık sisteminin temel taşlarından birini oluşturmaktadır.[144]

M. Kemal Atatürk Atatürk’ün 1 Mart 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nin dördüncü toplantı yılında yaptığı açış konuşmasında tarım kredilerine verilen önemi ortaya koymaktadır. “Tarım işleriyle uğraşanlara yardımla görevli olan Ziraat Bankası şube ve sandıkları dört ay öncesine kadar yalnız yüz on iken, bugün üç yüzden yüksek bir sayıya çıkarılmış bulunuyor. Bu Bankaya son iki ay içinde iki milyon liraya yakın bir sermaye sağlanmış ve öncelikle düşmandan kurtarılan vatan parçalarında, geniş çapta borç para dağıtımına başlanmıştır. Dağıtılan borç paranın özellikle üretim işlerinde kullanılması ve banka yönetim kurullarının yapacakları işlerin geçerliliğinin düzenlenmesi gibi önemli konuları da kapsamak üzere hazırlanmış olan tasarı kanunlaştığı takdirde, Bankanın ekonomik hayatımızdaki etki düzeyi yükselecektir. Banka, bir devlet kurumu olmaktan çıkarılarak 30 milyon lira sermayeli, 99 yıl süren bir anonim şirket haline getirilmiş ve bankaya tarımsal kredi yanında her türlü bankacılık faaliyetinde bulunabilme yetkisi tanınmıştır. Banka yapısında yapılan değişiklikle, bankanın tarımsal kredi uygulamasına yeni bir anlayış getirildiği gibi, banka sadece tarımsal kredi dağıtan tek yanlı bir kredi kurumu olmaktan çıkarılmış, çok yönlü bir finansman kurumuna dönüştürülmüştür.”[145]

Tarımsal ürünlerin sürüm ve satışına yardımcı olmak, tarımsal sanayiin gereği kredileri düzenlemek, yönetmek ve dağıtmak, bu amaçları gerçekleştirecek kuruluşları kurmak ya da bu tür kuruluşlara katılmak gibi görevleri yapabilecektir.[146]

Ziraat Bankası ile ilgili düzenlemeler sürekli olmuş, 18 Haziran 1930 tarih ve 1967 sayılı yasa ile bankanın ülke ekonomisine daha faydalı olabilecek şekilde kaynakları artırılmıştır.[147]

1930’lu yıllarda ekonominin yönetimine egemen olan görüş paralelinde, Ziraat Bankası, 1937 yılında T.C. Ziraat Bankası unvanını alarak bir İktisadi Devlet Teşekkülü şeklinde dönüştürülmüştür.[148]

T.C. Ziraat Bankası kooperatifçiliğin ana öğesi olarak kabul edilmiş, Tarım Kredi Kooperatifleri’yle, toprak ürünlerinin hakiki değerlerinden üretmenleri yararlandıracak olan Tarım Satış Kooperatifleri’nin kurulmasında, çoğaltılıp, geliştirilmesinde Banka’nın rol oynayacağı açıklanmış, T.C. Ziraat Bankası’na tarım kooperatiflerinin ana bankası olma niteliği verilmiştir.[149]

Genel Mevduat hacmi bakımından incelendiğinde ülkemizde faaliyette bulunan bankalar arasında Ziraat Bankası ilk sırada gelmektedir. Ziraat Bankası’nın ilk sırada olması devletin büyük ölçüde ödemelerine aracı olması ve resmi mevduatın yasalar gereğince bu bankada toplanması ile ilgilidir.[150]

1933’de Ziraat Bankası ve Sümerbank’la birlikte Eskişehir Şeker Fabrikası’nın kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Anadolu’da şeker fabrikalarının çoğalmasıyla kurulan “Anadolu Şeker Fabrikaları T.A.Ş.”nde Türkiye İş Bankası %51, Ziraat Bankası %24,5, Sümerbank %24,5 ortaklık payına sahiptir.[151]

1933 yılında kurulan ve faaliyete geçen Turhal şeker Fabrikası da, Türkiye İş bankası ile Ziraat Bankası’nın yarı yarıya sermaye payı ile ortaklaşa kurdukları üçüncü şeker fabrikasıdır. Üç şeker şirketi ile Uşak Şeker Fabrikası’nı gerçekleştiren Uşak Terakki Ziraat T.A.Ş., 1935 yılında birleştirilerek, şeker üreten fabrikalar kurmak ve bunlara iştirak etmek üzere “Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.” kurulmuştur. Bu şirkette Türkiye İş Bankası, T.C. Ziraat Bankası ve Sümerbank, eşit paylara sahiptir.[152]

Türkiye İş Bankası

Atatürk’ün çizdiği ekonomik modelin gerçekleştirilmesin de en önemli araçlardan birini oluşturmak ve İzmir İktisat Kongre’sinde kurulması ilke olarak kabul edilen ana ticaret bankası işlevlerini yerine getirmek üzere, 26 Ağustos 1924 tarihinde, Türkiye İş Bankası kurulmuştur. Atatürk’ün isteği üzerine, Türkiye İş Bankası’nın Büyük Taarruzun ikinci yıldönümünde faaliyete geçişi, siyasal bağımsızlık savaşından sonra ekonomik bağımsızlık savaşının başladığını da simgeliyordu. 30 Ağustos 1924 günü tek şube ile gişelerini halka açan Türkiye İş Bankası’nın ismi Atatürk tarafından konulmuştu.[153]

Başlangıçta 1 milyon TL olan itibari sermayesinin tümü de Atatürk tarafından taahhüt edilmiş ve bunun dörtte birini oluşturan 250.00 TL’si de Atatürk tarafında ödenmiştir.[154] İlk sermaye ödemesi olan 250.000 TL’sini, Atatürk’ün kurtuluş savaşı sırasında Hint Müslümanlarından gelen ve tutarı çeşitli kaynaklarda 500-600 bin TL olarak belirtilen paradan ödediği kaydedilmektedir. Bundan sonra Atatürk’ün emriyle, Devlet memurları maaşlarından 10 TL aylık kesintilerle çok sayıda Devlet memuru Türkiye İş Bankası sermayesine katılmaya özendirilmiştir. Kuruluşundan kısa bir süre sonra, 1926’da Bankanın sermayesi 2 milyon TL’ye yükseltilmiştir. Bankanın ilk Yönetim Kurulunda, Atatürk’ün yakın çevresinden Dr. Fikret, Fuat Bulca, İhsan, Kılıç Ali, Mahmut Celal, Rahmi Köken, Rasim Başara, Salih Bozok, Şakir Kuran Beyler görevlendirilmiştir.[155]

26 Ağustos 1924 tarihinde Vakıflar İdaresinde kiraladığı 5 odalı bir evde, 1 Umum müdür, 5 memur, 1 odacıdan kurulu olan kadrosu ile işe başlayan Türkiye İş Bankası’nın Ankara Merkez Şubesi, gene aynı binada idi. Daha sonra:26 Ağustos 1924’de İstanbul’da (Yenicami) 1 Ocak 1925’de Bursa’da ve 12 Temmuz 1925’de İzmir’de birer şubesi açılmıştır.[156]

Ülkemizde ulusal bankacılığın kuruluş dönemi sayılabilecek 1924-1944 yılları arasında geçen 20 yıl sonunda Türkiye İş Bankası’nın şube sayısı 47 olmuştur.[157] Türkiye İş Bankası, kendini topluma ve toplum yararına yöneltmiş bir Cumhuriyet kuruluşu olma mutluluğuna, daha kuruluş yıllarında ermiş bir milli banka’dır.[158] 1927 yılında Osmanlı İtibarı Milli Bankası, sanayileşme çabalarını getirdiği yükü kaldıramamıştı. Hükumetin de isteği üzerine bu banka, ödenmiş 2 milyon lira sermayesi ile Türkiye İş Bankası’na katılmış, böylece Türkiye İş Bankası’nın daha önce 2 milyon liraya yükseltilen sermayesiyle birlikte, sermaye 4 milyon liraya varmıştır. Tedavüldeki para miktarının bugünkü ile oranlanamayacak kadar az olduğu o günlerde 4 milyon lira, önemli bir rakamdı.[159]

1927 yılında Osmanlı İtibari Milli Bankası ile birleşmesi sonucu bu bankanın sermayesinde Hazine’nin de hissesi bulunması nedeniyle, Türkiye İş Bankası sermayesinde Hazine, %12 ye yakın bir oranla hissedar olmuştur. Bilindiği gibi Atatürk’ün vefatından sonra vasiyetnamesi gereğince kendisine ait hisselerin mülkiyeti, Cumhuriyet Halk Partisi’ne nemaları ise yine Atatürk’ün kurduğu Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’na bırakılmıştır.[160]

Cumhuriyetten önceki dönemde, yöresel sandıklar ve daha sonra Ziraat Bankası, İstanbul Emniyet Sandığı kurularak başlatılan “bankalaşma” çabaları tasarruf konusuna eğilmiş ise de, zamanın iktisadi ve siyasi koşulları ve bankacılığın sınırlılığı karşısında, bu dönemde bir tasarruf hareketinden bahsetmek için vakit çok erkendi. Hızlı kalkınmayı amaçlayan Türkiye’nin ve onun ekonomik koşullarının, kaynak yaratmak zorunluluğu ve görevi vardır. Bu görevi üstlenmek ve başarıyla yerine getirmek, Türkiye İş Bankası ile başlar.[161]

Cumhuriyet ilan edildiği zaman yurtta faaliyete bulunan yerli ve yabancı bankalarda tasarruf mevduatı 4 milyon liradan ibaretti. Bunun çoğaltılmasını sağlamak görevini üstlenen Türkiye İş Bankası’nın başarıya ulaşması gerekiyordu. Ama, başlangıçta bu pek kolay olmadı. Banka’nın ilk çalışma yılına giren dört aylık dönem içinde ancak 96 kişi tasarruf hesabı açtırmış ve bu hesaplarda 12.554 lira toplanabilmişti. İlk tam çalışma yılını kapsayan 1925 yılı sonunda ise, umutlarında üstünde bir artışla tasarruf mevduatı 2 milyon lirayı aşmıştı. Kuruluş dönemi içinde yıllar geçtikçe, bir yandan yeni şubeler açarak yurt sathına yayılma politikası, bir yandan da tasarruf fikrinin yayılmasında benimsenen yeni uygulamalardaki başarılı çalışmalar, tasarruf mevduatının beklenen gelişmesini sağlamış, milli bankaya duyulan özlem de, bu gelişmede büyük rol oynamıştır. Türkiye İş Bankası’nın, halka tasarrufu sevdirerek bilinçli bir tasarruf alışkanlığı yaratma çabalarının başında, kumbarayı yurtta ilk kez uygulama alanına koyması ve bunun yoğun biçimde geniş halk kitlesine duyurarak, büyük küçük herkese, her aileye bir “İş Bankası Kumbarası” fikrini yayması gelir.[162]

Halkta tasarruf isteğini uyandırma ve geliştirme çabalarıyla Türkiye İş Bankası, milli ekonomiye gerçekten büyük katkılarda bulunmuş, küçük tasarrufların Banka’da toplanıp gelişmesiyle güçlü kaynaklar yaratmıştır. Böylelikle Banka birçok iş ve teşebbüs olanağını elde etmiş, hem tasarruf sahiplerini kazandırmış, hem kendi kazanmış, hem de milli ekonominin gelişip kalkınmasına yardımcı olmuştur.[163]

Banka’nın başlangıcından beri, memlekette sanayiin kuruluşunda ve geliştirilmesinde itici güç rolünü üstlendiği alandır. Bu rol, Atatürk’ün daha ilk günlerde banka’ya verdiği direktife uyularak sürekli biçimde yerine getirilmiştir. Türkiye İş Bankası, Türk ekonomik ve sosyal hayatında önemli yer tutan pek çok kuruluşun ya doğrudan doğruya kurucusu ve işletmecisi olmayı ya da bunların işletme ve yönetim kontrolünü elinde tutmayı, genel politikaları ve yurt ekonomisi yararı açısından gerekli görmüştür. Uygulamalar, bu yönde geliştirilmiştir. Bazı kuruluşların da yalnız sermaye iştirakçisi olunmuştur. Hepsinin kuruluşunda ve işleyişinde ayrıca finansman desteği ile Banka, önemli rol oynamıştır. Banka, kendisinden beklenen “Milli sanayiin kurulmasına hizmet” alanındaki çalışmalarıyla; şeker, cam, dokuma, demir-çelik, madencilik, lastik, otomobil, elektrik ampulü, yağ sanayii gibi pek çok çeşitli sanayi kolunda, ayrıca sigortacılık alanlarında derece rol almış, milli sanayiin gerçekleşmesine, güçlenmesine geniş katkılarda bulunmuştur.[164]

Türkiye İş Bankası’nın en önemli sınai faaliyeti, cam ile ilgilidir. Bankanın can sanayii ile ilişkisi, 1933 Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile başlar. Bu plana göre İş Bankası’nın üsteleneceği konulardan biri de, İstanbul’da Paşabahçe’de bir şişe ve cam fabrikasının gerçekleştirilmesi olmuştur. Şişe ve cam üretecek olan fabrika kısa süre içinde kurulmuş, 1935 yılında üretime başlamıştır. Günümüzde şişe sanayi önemsenmeyebilir; ancak, İmparatorluktan devralınan çökmüş ekonomimiz içinde şişeyi ve bardağı bile yurt dışından getirtmek zorunluluğu hatırlanacak olursa, konun Cumhuriyetin ilk yıllarında ne ölçüde bulunduğu aydınlığa çıkacaktır. Bu nedenledir ki, ilk üretim yıllarında, basit bir bardağı ya da şişeyi kendimizin yapması, toplumumuzda sevinç nedeni olmuştur.[165]

Türkiye’de sanayileşme yolunda ilk büyük hareket, Şeker Fabrikaları’nın kurulmasıyla başlar ve Türkiye İş Bankası’nın şeker sanayii ile ilişkisi de, ülkede bu sanayiin kurulduğu ilk günlere kadar uzanır. Nitekim, İstanbul Şeker Fabrikaları Türk Anonim Şirketi’nde, Türkiye İş Bankası’nın %68 gibi önemli ortaklığı vardır ve bu şirketin Alpullu’da inşa ettiği ülkenin ilk şeker fabrikası, 1926 sonlarında faaliyete geçmiştir.[166]

Anadolu’da şeker fabrikalarının çoğalmasıyla kurulan “Anadolu Şeker Fabrikaları T.A.Ş.”nde Türkiye İş Bankası %51, Ziraat Bankası %24,5, Sümerbank %24,5 ortaklık payına sahiptir.[167]

Önemli tüketim malları arasında yer alan çeşitli dokumalar ve dolayısıyla dokuma sanayii, kuruluşunu izleyen yıllardan bu yana Türkiye İş Bankası’nın sürekli uğraşlarından ve konularından biri olmuştur. Bankanın dokuma sanayiine karşı duyduğu yakın ilgi, bu sanayiimizin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. 1925 yılında 250.000 lira sermaye ile Bursa ‘da kurulan “Bursa Dokumacılık Şirketi – İpekiş” e Bankanın önce 20.000 lira ile ortaklık payı ile katıldığını ve sonra bu şirketin bütün hisselerini satın alarak tamamına sahip olduğunu görüyoruz.[168]

Cumhuriyetten bir yıl sonra doğan, onunla birlikte büyüyen ve kuruluş yıllarından beri “ Türkiye Bankacılık Okulu” olarak nitelendirilen ve benimsenen Banka’nın; halkın tasarrufa özendirilmesi, tasarrufların bankada değerlendirilmesi alışkanlığını yaratması yanında, sanayileşme hareketinin başlatılmasında ve temel sanayi kuruluşlarının gerçekleştirilmesinde yardımcı olması, kredi piyasasının ve faiz oranlarının düzenlenmesi, ticari ve sınai faaliyetlerin finanse edilmesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Devlet’in dış ödemelerine aracı olması, dış ticaretin geliştirilmesinde katkısı, milli sigortacılığın kuruculuğunun ve geliştirilmesinin üstlenilmesi gibi çok çeşitli hizmetleri olmuştur. Kuruluş yılı olan 1924’ün sonunda, Türkiye İş Bankası’nın sadece 2 şubesi ve 37 personeli vardı. 2,5 milyon liralık mevduat toplanmış, 1 milyon liralık ticari plasman yapılmıştı. Aktif toplamı da 3,6 milyon lirada ibaretti. Ülkemizde özel sektör bankacılığının çoğalma dönemine geçişin başlangıcı sayılabilecek 1945 yılının sonunda, Banka, 48 şubeli ve 1304 personel çalıştıran bir kuruluş olmuştu. Topladığı mevduat 180 milyon lirayı aşmış, ticari plasmanları 100 milyon liraya, aktif toplamı da 233 milyon liraya ulaşmıştı. Ekonomide planlı döneme geçiş yıllarının başlangıcı olan 1963 yılında ise Banka’nın şube sayısı 245’i, personel sayısı 5869’u, mevduatı 2 milyar 800 milyon lirayı bulmuş; ticari yatırımları 1 milyar 800 milyon aktif toplamı da 3 milyar 400 milyon lirayı aşmıştı.[169]

Türkiye İş Bankası, sadece milli alanda değil, milletlerarası bankacılık alanında da kendini kabul ettirmiştir. Dünyanın belli başlı bankalarından oluşan listelerde rahatça yer alabilmiş, ülke için daima haklı bir itibar olmuştur.[170]

Türkiye İş Bankası’nın başarılı çalışmaları ve elde ettiği sonuçlar, Büyük Kurucusu Atatürk’ün, 12. Kuruluş yıldönümü nedeniyle çektiği şu telgrafla önceden tescil edilmiş bulunuyordu:

“Başta kıymetli, gayretli, yorulmak bilmez arkadaşım Bayar olduğu halde Türkiye Cumhuriyetinin yetiştirdiği yüksek ilimli ve çelik karakterli genç mütehassıslarımızın gönül ve emek vererek çalışmaları sayesinde yurdumuzda ve yurdumuzla dünya ekonomisi arasında yapagelmekte olduğu faydalı işleri görmekle çok bahtiyarım. “İş Bankası Kurumu, Türkiye Cumhuriyet tarihinde ekonomi bakımından başlı başına yer alacaktır. Bu kurum naçiz bir servetin bile ekonomik hayatta fert menfaatlerine hasrolunmayıp ulus menfaatine hasredilmesinden çıkabilecek olan büyük neticeleri, on iki sene kadar az bir zamanda ve bahusus yepyeni bir devlet kuruluşunun türlü inkılap güçlükleri içinde âlemşümul bir surette fiilen göstermiştir. “ Bu geceki toplantınızda neşeli ve heyecanlı olmakta tamamen haklısınız. Hepinizin sevgi ile gözlerinden öperim.”[171]

26 Ağustos 1924’de kurulan Türkiye İş Bankası bir taraftan ticari işlemler yaparken diğer taraftan da sanayi kuruluşlarına iştirak etmesi sanayileşmede ilk önemli adımın atılışını göstermektedir. [172]

Sümerbank

“Türkiye’de temel sanayileri kurmak ve yönetmek” ana amacı doğrultusunda 11 Temmuz 1933 tarihinde adını Atatürk’ten alan Sümerbank kurulmuştur. Türkiye’nin sanayi mektebi Sümerbank’ın, Türkiye ekonomisinin geliştirilmesinde, halkın refahının yükseltilmesinde, Türkiye’nin siyasal bağımsızlığının ekonomik altyapısının oluşturulmasında, halk ile devlet arasındaki bağların güçlendirilmesinde önemli yer tutmuştur.[173]

Sümerbank’ın 3 Haziran 1933 tarih ve 2262 sayılı kuruluş yasası gerekçesinde, sanayileşmenin özel teşebbüsün özendirilmesi yoluyla ulusal ihtiyaç ve çıkarların gerektirdiği oranda gerçekleştirilemediğinin 1923- 1932 dönemi deneyi ile anlaşıldığı belirtilerek, tüm ulusal kaynaklardan yararlanarak sanayileşmenin daha verimli ve uyumlu olarak başarılabilmesi için güçlü bir kuruluşa gereksinme olduğu ve devlet sanayi programında öncelikle kurulması istenen sanayi kollarının ancak bir devlet teşekkülü tarafından gerçekleştirilebileceği ifade edilmiştir.

Kuruluş yasasına göre Sümerbank’ın görevleri şöyle sıralanabilir:

1-Devlet Sanayi Ofisi’nden devralacağı fabrikaları işletmek,

2-Özel kuruluşlardaki devlet iştirak paylarını yönetmek,

3-Devlet sermayesi ile kurulacak tüm sanayi kuruluşlarının (özel kanunlara dayanılarak oluşturulacak kuruluşlar hariç) etüt ve projelerini hazırlamak, bunları kurmak ve yönetmek,

4-Sermayesinin elverdiği ölçüde ülkenin kalkınması için gerekli sınai kuruluşlara katılmak,

5-Yurda ve kendi fabrikalarına gerekli işgücünü yetiştirmek,

6-Sınai kuruluşlara kredi sağlamak ve her türlü bankacılık işlemleri yapmak,

7-Ulusal sanayiin gelişmesi için önlemler aramak.[174]

Sümerbank’a her türlü bankacılık yapma yetkisi de verilmiştir. Bir holding görüntüsü veren Sümerbank’ın işlevleri arasında yeni tesisler kurma uygulamada ağırlık kazanmış, Sümerbank, 1933-1939 yılları arasında 13 yeni sınai tesisin kuruluşunu sağlayarak Birinci Beş Yıllık Sanayi Planın uygulanmasını adeta tek başına başarmıştır. Sümerbank; Yünlü grubu işletmeciliği, Pamuklu dokuma işletmeciliği, Deri ve Kundura grubu işletmeciliği, Halıcılık, Kimya, Porselen, Konfeksiyon, Bankacılık ve Tarım sektörü alanlarında ülkemizde hizmet vermiştir.[175]

1933’de Ziraat Bankası ve Sümerbank’la birlikte Eskişehir Şeker Fabrikası’nın kuruluşu gerçekleştirilmiştir.[176]

Sümerbank, Devlet Sanayi Ofisi ile Türkiye Sanayi Kredi Bankası’nın füzyonu sonucu 20 milyon TL ile kurulmuş, başlangıç sermayesinin 10.7 milyon lirası, sözü edilen kuruluşların aktiflerinin Sümerbank’a devriyle ödenmiştir.[177]

Sümerbank’ın bir başka özelliği, sanayileşmenin izleyeceği yönü kesinleştirmesi ve kapsamlı bir anlayışını öngörmesidir. 1920’li yıllardan itibaren dile getirilen hammaddeye dayalı sanayileşme konusu, Sümerbank metnine yerleştirilecek resmi bir niteliğe büründürülmektedir. Böylece, devlet işletmeciliği öncelikle tarıma dayalı sanayilerde yoğunlaşacak faaliyetlerde bulunacak, daha sonra da ihracata dayalı sanayiler geliştirilecektir. Bu anlayış, I. Sanayi Programı’yla geliştirilerek teyit edilecektir. [178]

Etibank

Birinci sanayi Planında (1933-1938) madencilik ve enerji sektörlerine önemli yatırımlar öngörülmemiş, ağırlık daha çok imalat sanayiine verilmiştir. Devletin, madencilik ve enerji sektörleri ile ilgisi 1935 yılından sonra başlamıştır. Maden yataklarının ve enerji kaynaklarından işlemeye elverişli görülenleri işletecek teşebbüsleri oluşturacak ve finanse edecek bir kurumun eksikliği duyulmuştur. Bu boşluğu gidermek amacıyla 20 Haziran 1935’de Atatürk’ün direktifi ile ülkemizin yeraltı kaynaklarını işletmek ve değerlendirmek üzere, sanayimizin ihtiyacı olan madenleri, endüstriyel hammaddeleri, enerjiyi üretmek ve her nevi banka muamelelerini yapmak görevi verilen Etibank kuruldu tarihli 2905 sayılı kanunla Etibank kurulmuştur. Anadolu’nun bereketli topraklarında yaşamış ve madencilikte yükselmiş Eti Uygarlığı’ndan esinlenerek, adını Atatürk’ün verdiği Etibank (Eti Maden İşletmeleri), Ülkemiz madencilik sektöründe faaliyetleri ile önemli bir yere sahip olmuştur.[179]

Kuruluş yasası ile Etibank’a;

1-Türkiye’nin toprakaltı servetlerini rasyonel bir şekilde değerlendirmek,

2-Türkiye’de elektrik üretimini ve dağıtımını imtiyazları almak ve işletmek; elektrik santralleri kurmak, enerji dağıtımı hatları yapmak, elektrik enerjisini dağıtmak, her türlü elektrik malzemesi, araçları ve makinesi üretecek fabrikalar kurmak; elektrik malzemesi araçları ve makineleri alım-satımını yapmak,

3-İşlevlerini yerine getirmek için gereken ticari teşebbüs ve işletmeleri kurmak, bu tür teşebbüslere iştirak etmek.

4-Maden ve enerji üretiminin gerektirdiği malzemenin alım satımına aracı olmak,

5-Her türlü bankacılık hizmetleri yapmak, gibi görevler verilmiştir.[180]

Bankanın kuruluş amacı ve görev dağılımı, sanayi alanında Sümerbank’a yüklenen misyonun karşılığında maden sektörü için Etibank olduğunu göstermektedir. Sümerbank’ın hafif sanayi alanında odaklanacak yatırım ve işletmecilik faaliyetleri, Etibank’la ağır sanayi alanlarına yöneltilmektedir. Böylece, ülkenin ekonomik geleceği ve bağımsızlığı açısından çok önemli ulusal bir adım daha atılmaktadır.[181]

Etibank’ın gerçekleştireceği yatırımların finansmanında halk birikimlerinin de kullanılması ilke olarak benimsendiğinden, başlangıçta Etibank’ın özel kesime kredi vermesi öngörülmemiş; bankanın kredi işlemleri, yalnız kendi kurduğu veya iştirak ettiği teşebbüslerle sınırlandırılmıştı. Ancak kuruluşundan 20 yıl sonra, Etibank’ın kuruluş kanununun 10’uncu maddesi değiştirilerek, Bankanın özel kesime de kredi vermesi kapısı açılmıştır.[182]

T.C. Merkez Bankası

Günümüzde hemen hemen her ülkenin bir merkez bankası vardır. Merkez bankaları, para basımından ve para politikası uygulamalarından sorumlu, ekonomilerin sağlıklı işleyişi açısından son derece önemli kurumlardır.[183]

Osmanlı Devletinin klasik örgütlenme düzeninde; para miktarının ayarlanması, kredi hacminin düzenlenmesi, altın ve döviz rezervlerinin yönetimi ile iç ve dış ödemelerin gerçekleştirilmesi gibi ekonomik faaliyetler; hazine, darphane, sarraflar, vakıflar, bedestenler ve loncalar gibi farklı kesimler tarafından yürütülmüştür. 1854 yılında Kırım Savaşı sırasında yurt dışından ilk kez borçlanılmıştır. Bu borçlanma ile Osmanlı Hükümeti ve Avrupa ülkeleri arasında dış borçların ödenmesi konusunda aracılık görevi üstlenecek bir devlet bankasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu amaçla 1856 yılında merkezi Londra’da bulunan İngiliz sermayeli “Bank-ı Osmanî” kurulmuştur. İlerleyen yıllarda Bank-ı Osmanî kendini feshederek “Bank-ı Osmanî- Şahane”, adını almış ve 1863 yılında İngiliz-Fransız ortaklığı şeklinde yeniden örgütlenerek bir devlet bankası niteliği kazanmıştır.[184] Böylece merkez bankası görevi, ilk kez Osmanlı Bankası’na verilmiş olmaktadır.[185]

Bankaya otuz yıllık bir süre için banknot basma ayrıcalığı ve tekeli verilmiştir. Banka ayrıca devletin haznedarlığını üstlenerek devlet gelirlerini tahsil etmek, hazinenin ödemelerini yerine getirip bonolarını ıskonto etmek, iç ve dış borçlara ilişkin faiz ve anapara ödemelerini yapmakla da görevlendirilmiştir. Ancak Osmanlı Bankasının sermayesinin yabancılara ait olması zamanla bazı tepkilere yol açmıştır. Ülkemizde de Kurtuluş Savaşı ile kazanılan siyasi bağımsızlığı ekonomik bağımsızlıkla güçlendirmek amacıyla bir merkez bankası kurulması yönünde çalışmalar başlamıştır. Türk parasının istikrarının sağlanması için bir merkez bankası kurulmasının şart olduğunu belirtmiştir.[186]

Ülkede ulusal bir merkez bankası kurulması, ilk kez İzmir İktisat Kongresi’nde ele alınmış ve kabul edilen öneriler arasında buna da yer verilmiştir. Daha sonra imtiyazı süresi 1925’te sona eren Osmanlı Bankası ile yapılan yeni sözleşmelerde, ona tanınan yetki, bir devlet bankasının kurulmasını engellemeyecek biçimde sınırlandırılmıştı. Bankanın kurulması kararı 1927’de verilmişti.[187]

Merkez Bankası yasa tasarısı Lozan Üniversitesinden Prof. Leon Morf’un katkılarıyla hazırlanmıştır. Tasarı, Türkiye Büyük Millet Meclisinde 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edilerek “1715 sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu“ adı ile 30 Haziran 1930 tarihinde Resmi Gazete ’de yayımlanmıştır. Bankanın ismi konusunda, Yasa tasarısında Merkez Bankasının, bir cumhuriyet kurumu olduğunu vurgulamak amacıyla Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilendirilmesi istenmiş; ancak Bankanın merkezi idareden bağımsız bir kurum olduğunu vurgulayabilmek için kamu kurumlarından farklı olarak ismi “Cumhuriyet Merkez Bankası” olarak belirlenmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti” ibaresine ve kısaltılmış şekli olan “T.C.” ifadesine özellikle yer verilmemiştir. Uluslararası ilişkiler göz önüne alınarak bu isim Meclis İktisat Encümenindeki görüşmeler sırasında “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası” olarak değiştirilmiştir. [188] Merkez Bankası, 3 Ekim 1931 tarihinde faaliyetlerine başlamıştır. [189]

Merkez Bankası ülkenin iktisadi gelişimine yardımcı olmak ve Hükümetle birlikte Türk parasının istikrarına yönelik tedbirleri almak, para piyasasını ve para dolaşımını düzenlemeye, hazine işlemlerini yerine getirmeye yetkili kılınmıştır. Bunlara ek olarak Banka, devletin haznedarlığını da üstlenmiştir.[190]

Ayrıca, banknot basma yetkisine tek elden sahip duruma getirilmiş, bir yabancı kuruluş olan Osmanlı Bankası’na 1863’te verilmiş olan kâğıt para çıkarma ayrıcalığı giderilmiştir.[191] İkili para sisteminden de kaçınılmış, tüm çıkarılmış kâğıt paranın Merkez Bankası’na devredilmesi uygun görülmüştür.[192]

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ATATÜRK’ÜN KURDUĞU DİĞER KURUM VE KURULUŞLAR

Atatürk Orman Çiftliği

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiye çok önemli ölçüde tarıma bağlı bir ekonomiye sahipti. Gayri Safi Milli Hasıla’nın yarısında fazlası tarımdan elde edilmekte, çalışanların da %70’inde fazlası çiftçilikle uğraşmaktaydı. Nüfusun %80’i kırsal kesimde yaşamaktaydı. Bu durumda köylü kesimi için toprağın önemi özellikle de toprağa sahip olmanın taşıdığı değeri kendiliğinden ortaya koyuyor.[193]

Zirai üretimin kılıç ile ülke fethetmekten daha kalıcı ve önemli olduğu düşüncesi de Atatürk’e aittir. Bu hususa ait düşüncelerini hem 17.2.1923’de İzmir İktisat Kongresi’ni açarken yaptığı konuşmada belirtir, hem de Adana çiftçileriyle 16.3.1923’de yaptığı konuşmada dile getirir. [194]

Dünyadaki fetihlerin iki aracı olduğunu Adana’da çiftçilerle yaptığı görüşmelerde yeniden tekrarlar, zaferlerin vasıtasının yalnız kılıçtan ibaret olması durumunda milletlerin sefil ve perişan olacağına değinerek kendini memleketlerinde sefil ve perişan olacağına değinerek kendi memleketlerinde bile mahkûm ve esir bir halde kalabileceklerini belirtir. Bu nedenle gerçek fetihlerin yalnız kılıçla değil sabanla yapılanlar olduğunu ve kılıcın daima sabana mağlup olduğunu yaşamın bütün olaylarının, bütün müşahedelerinin bunu doğruladığını özenle vurgular.[195]

Atatürk Orman Çiftçiliğinin Arazilerinin Satın Alınması Meselesi ve Mali Kaynak Konusu

Atatürk Orman Çiftliği’nin oluşturan araziler 1925 (1341) yılından başlayarak 1930’lı yıllara değin geçen süre içerisinde satın alınmıştır. Bu arazilerin tamamına yakını şahıslardan o dönemki değerlerinin üzerinde fiyat ödenerek satın alınmıştır. Çiftliğin büyüklüğüne ve hangi arazilerden oluştuğuna dair bilgilere farklı kaynaklardan ulaşılabilir. 1925 yılında kurulmaya başlanan çiftliğin ikinci yılında (1926) A.O.Ç müdüriyetince yayınlandığı anlaşılan bir broşürde çiftliğin arazi büyüklüğüne ilişkin şu bilginin verildiği görülüyor: “Orman, Balgat, Yağmur Baba, Macun, Göğercinlik, Ahimesud namlarıyla altı çiftliğin birleşmesiyle meydana gelen 80.000. dönüm araziden ibarettir”.[196] Çiftliğin faaliyetleri konusunda oldukça ayrıntılı bilgiler içeren 1939 tarihinde basılmış olan bir kitapta A.O.Ç’nin büyüklüğüne ilişkin verilen rakam 102.000 dönümdür.[197] Atatürk’ün hazineye çiftliklerini devretmesiyle ilgili Resmi Satış Senetlerinde A.O.Ç. arazisinin toplam olarak 39.210.090 m2 olduğu görülmektedir.[198]

1926 yılından itibaren yayınlanan kaynaklarda yer alan bilgiler A.O.Ç. arazisinin büyüklüğü konusunda farklı bilgiler vermektedir. Çiftlik sahiplerinin arazilerinin satılması konusunda aracılık yapmak üzere başvurdukları şahıslardan birisi Rasim Aktar idi. Ankara’da deri ve tiftik ticareti ile uğraşan Rasim Aktar, Çankaya’daki Atatürk Köşkü’nün ve Atatürk Orman Çiftliği arazinin Mustafa Kemal adına alınmasında aracılık etmiştir.[199]

A.O.Ç arazilerinin çok büyük kısmının şahıslardan satın alındığını ve o dönemdeki değerleri üzerinde fiyat ödendiğini daha önce belirtmiştik. Bu tür bilgilere 1930’lu yıllarda yazılmış olan kimi kitaplarda rastlamak mümkün olmaktadır. Bu kitapların dışında arazilerin para ile satın alındığına ilişkin esas kayıtları Atatürk’ün İş Bankası’ndaki 2 nolu hesabının ekstrelerinde bulmak olanaklıdır. 2 nolu hesabından Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak ile A.O.Ç Müdürü Tahsin Çoşkan’ın kuruluş ve yapılanma sürecinde çeşitli tarihlerde para çektikleri ve bu paraları çiftliği oluşturan arazilerin alımında ve üzerinde tesislerin kurulmasında kullandıkları bilinmektedir.[200]

Atatürk’ün geniş kapsamlı vekaletname verdiği diğer kişinin A.O.Ç. Müdürü Tahsin Çoşkan olduğunu görüyoruz. Tahsin Çoşkan evvelce Bursa Ziraat Okulu’nda öğretmenlik ve Ankara Ziraat Okulu’nda müdürlük yapmış, İstanbul Halkalı Yüksek Ziraat Okulu mezunu ve ziraat sahasında birçok tecrübelerde bulunmuş, değerli bir ziraatçıdır. (atam dergisi)

Hasan Rıza Soyak ile Tahsin Çoşkan, Atatürk tarafından verilen oldukça geniş yetkilerle donatılmış vekaletnameler sayesinde A.O.Ç.’ni oluşturan arazilerin para ile satın alınması başta olmak üzere çiftliğin yapılandırılması, ürünlerinin değerlendirilmesi ile benzer diğer bütün işlerin yürütülmesini sağlamışlardır.[201]

Ele alınması gereken bir diğer husus A.O.Ç. arazilerinin alınmasında ve çiftliğin yapılanmasında kullanılan paranın kaynağıdır. Bu hususu açıklarken üzerinde durulması gereken nokta, Atatürk’ün Türkiye İş Bankası’nda ki hesaplarıdır. Atatürk, İş Bankası’nın “Kurucusu” olduğu kadar hissedarı, destekçisi, koruyucusu ve müşterisiydi. Atatürk’ün Riyaset-i Cumhur Umumi Katibi Hasan Rıza Soyak’ın “Atatürk bu hesaptan şahsı için hiçbir masraf yapmamıştır.” Şeklinde tanımladığı hesap, 2 nolu hesaptı. [202]

A.O.Ç. arazilerinin satın alınmasında ve çiftliğin yapılanmasındaki parasal kaynak Atatürk’ün İş Bankasındaki 2 nolu hesabından sağlanmıştı. 2 nolu hesaptaki paraların kaynağı da dış yardımlardı.[203]

Atatürk Orman Çiftliğinin Kuruluşu ve Nedenleri

Atatürk, yarattığı büyük inkılâplara bir de ziraat inkılâbını katmak ve Türk milletinin asıl bünyesini teşkil eden geri kalmış köylü ve çiftçi tabakasını çağımızdaki yenilik yollarında yürütmek ve refaha kavuşturmak için bizzat çiftçilik yaparak onlara rehber olmak istiyordu. 1925 yılının başlangıcında Ankara’ya beş kilometre mesafede, ortasından Ankara-Eskişehir tren yolu geçen bir bozkır olan çıplak, ağaçsız, içerisinde bataklık ve sazlık bulunan 20.000 dönümlük arazi Atatürk tarafından satın alındı. Satın alınan yerin Ankara’nın merkezine yakın olması ve sahasının geniş bulunması sebebiyle örnek çiftliğin burada kurulmasına karar verdi.[204]

Fakat ilgililer; Ankara’nın iklimin ve toprak yapısının başarılı bir ziraat yapmaya ve her çeşit bitki yetiştirmeye elverişli değildir, burada asla ideal bir çiftlik işletmek mümkün olamayacağını belirtiler.

Ankara’nın en kurak yerinde seçilen çiftlik sahasındaki ziraat faaliyetinin tabi olduğu şartları mücadele edilen güçlükleri anlamak için iklim ve toprak özelliklerini genel hatlarıyla açıklamak gerekir. Kuzeyden ve güneyden dağlarla çevrili, Orta Anadolu’da şiddetli ve kurak bir yayla iklimi sürer. Denizden ortalama yüksekliği 800-1000 metre olan bölgede yazın en sıcak ayının ortalama sıcaklığı +23, en soğuk ayının ortalaması ise -2’yi bulur. Gece-gündüz, yaz ve kış sıcaklık farkları şiddetlidir. İlkbahar ve sonbaharda yağmurlar daha çok sağanak halinde yağar. Yağan yağmur çabuk buharlaşır, yağmurun yıllık ortalama miktarı 200-300 mm. Kadardı. Havanın nemi %40 derecesine kadar iner. Şiddetli sıcaklık farklılıkları yağış miktar ve dağılışlarının pek farklı olması sulanmayan yerlerde ürünün yetişmesine büyük bir engel oluşturur. Bütün bunlardan bölgenin iklim koşulları bakımından ziraata çok az elverişli koşulları taşıdığı ortaya çıkar. Arazinin ova kısımları, uzun yıllar suların durgun kalmasından ve bunların içerdiği zararlı tuzların tortulanmasından dolayı ziraata elverişli olmak niteliğini kaybetmişti. Toprakta değişiklik ve düzenlemeler yapılmadan ürün elde etmek olanaksızdı. Çorak parçalar üzerinde tuz sahaları damar damar tarlalar halinde görünüyordu. Yapılan analizlerin toprakta zararlı bulunan maddeler, kibritiyeti sodyum, karboniyeti sodyum ve kısmen de kloru sodyumdu. Bu maddeler, toprağın üst tabakasına çıkmakta ve toprağı kısır ve ziraata uygun olmayan duruma sokuyordu. Buna karşı arazinin ova kısmının çorak olmayan kısımları alüvyon oluşumunda çok verimli parçalar halindeydi. Kıraç kısımlar otlakıye olarak bırakılmış, ot ve kekikliklerle örtülmüş, yumuşak kumsal azotlu maddelerden ayrı olarak diğer birçok verimli unsurları bakımından arazi ancak belirli sahalarda ziraata elverişliydi. [205]

Çiftlik olarak seçilen araziden Çubuk Suyu, Macun Çayı, İncesu, Bend Deresi, Kutugün deresi geçmekteydi. Bu suların bir kısmı zaman zaman taşarak araziyi bozmuş, bir kısmı da arazinin çeşitli yerlerinde yıllarca toplanarak, bataklık, sazlık, kamışlık, oluşturmuş ve netice olarak sıtma yuvası haline gelen bu yerler Ankara kentiyle yakın köylerin sağlığını tehdit eder hale gelmiştir.[206]

Atatürk’e göre zor ile mücadele etmek önemliydi ve bu nedenle Türkiye’nin verimsiz yerlerinde bile, insan iradesinin istediğini elde edeceğini kanıtlamak lazımdı. Çünkü böylece verimlilik ya da verimsizliğin toprağa yani maddeye ait olmayıp insan iradesine ve buradan Türk insanının iradesine ait bir özellik olduğunu meydana konmuş olacaktı. Atatürk’ün bu yaklaşımı, Ankara şehrinin ziraat tekniği bakımından hiçte tercih edilmeye neden oluşturacak bir özelliği bulunmayan çevre toprakları üzerinde, modern bir çiftlik kurmakla işe girişme kararını ortaya çıkarmıştır.[207]

Ağacın yetişmediği bozkır Ankara’nın çevresinde sadece ağaç yetiştirmekle kalınmayacak, çiftlik işletmekle yetinilmeyecek modern ziraatın nasıl yapılabileceği de gösterilecekti. Yüzme havuzları, hayvanat bahçeleri yapılacak, lokantalar açılacak, Ankara aleyhine ortaya konulan düşünceler birer birer çürütülecekti. Amaç Ankara’da hem ağacın hem de insanın yaşayacağını kanıtlamak ve Ankara’ya ekonomik ve sosyal metanet ve direnişi vermekti.[208]

Atatürk’ün kurmakta olduğu örnek çiftliğin planındaki gaye şunları yapmaktı:

1 — Bu arazide bulunan ve Ankara’nın havasını bozan bataklığı kurutarak burada orman yetiştirip havayı güzelleştirmek.

2 — Ankara ikliminde yetiştirmek imkânı olduğu halde gözeneksizlikten ekilmeyen bazı ziraat bitkilerini bu çiftlikte tecrübe ederek yetiştirip halka, çiftçiye gösterip yaymak.

3 — Çiftçinin elinde bulunan tohumları ıslah etmek.

4 — Çıplak ve ağaçsız olan Ankara İli’nin her yerini ağaçlandırmak için burada meyveli ve meyvesiz fidan yetiştirerek halka dağıtmak.

5 — O zamana kadar o muhitte bulunmayan bazı verimli iyi cins hayvanları ve tavukları yetiştirip çoğaltarak köylüye damızlık olarak vermek.

6 — Geniş ve fennî bir ziraat yapabilmek için makineli ziraatın nasıl yapıldığını köylüye göstermek, makineli ziraatın faydalarını anlatarak köylüyü makineli ziraata teşvik etmek ve her sahada kurslar açarak köylüye bilgi vermek.

7 — Çiftlikte ziraatın, arıcılık, sütçülük, tavukçuluk, sebzecilik, meyvecilik ve bağcılık gibi her şubesinin kurularak üretilen çeşitli mahsulün şehirde açılacak mağazalarda satılıp halka ucuz ve temiz en iyi vasıflı gıda sağlamak.

8 — Ankara halkının temiz hava alma ihtiyaçlarını karşılamak üzere mesire, piknik ve eğlence yeri olarak geniş bir koruluk ve orman alanı yapmak.

9 — Ankara’da açılan Yüksek Ziraat Okulu’na girecek lise mezunu gençlerin bir sene bu çiftlikte fiilen çalışarak staj görmeleri.[209]

Çiftlik arazisinin satın alınmaya başlanmasıyla birlikte toprakların analizi de yapılmaya başlanmıştı. Orman Çiftliği Müdürlüğü’nce gönderilen toprak örneği 1926 yılında Kimya Laboratuarı’nca analiz edildi. Ss:35 Çeşitli hidroksitleri bünyesinde taşıyan toprakların bitki bakımından pek faydalı ve zengin gıda kaynaklarına sahip olduğu göz önüne alındığında bu toprakların yüksek tuz miktarı ve iyi olmayan kimyevi özellikleri değiştirilir ve düzeltilir ise ziraat için son derece uygun olabileceğini söyleyebiliriz. İşbu değişikliğe uğratılması istenen kötü etkenler yerinde incelenir ve alt taraftaki toprağın muayenesi suretiyle daha esaslı bir biçimde elde edilebilir.[210]

Ziraat çalışmalarının gereklerini yerine getirme çabasının yanı sıra, dönemin koşulları ve tarımsal faaliyetleri var olan anlayış dikkate alındığında tamamıyla yeni ve modern bir yaklaşım ve zihniyetin yerleşmeye başladığını, aynı zamanda bunun topluma kazandırılmasına çaba gösterildiğini ortaya koymaktadır.[211]

Çeşitli mevsimlerde yağan yağmur sularını toplamak, dere, çay ve ırmak sularını bent ve kanallarla tarlalara akıtmak böylece düzenli bir su programı uygulamak suretiyle bu ihtiyacı minimum bir sınıra çekmek mümkündür. Bu durumu kesin bir ilke olarak programına katan çiftlik yönetimi, ilk yıldan başlayarak düzenli uygulamalara girişmiştir. Sulu ziraat sistemi çiftliğin genel esasları arasında olduğundan mevsiminde toprak üstünden akan suları bent ve kanallarla ve yer altı sularını santrıfüj tulumbalarla çıkarıp ziraat işlerinde kullanmak hususu etraflıca düşünülmüş ve ilk kez ova kısmında açılan kuyudan kuvvetli tulumba ile bin metre küp hacmindeki Marmara Havuzu’nun suyu güvence altına alınmıştır.[212]

Çiftlik binalarının yapımına girişilmeden önce kurulmakta olan çiftliğin esaslarının Mustafa Kemal’in yoğun ilgi ve alakasıyla saptandığı görülüyor.[213]

Başlangıç olarak çiftliğin merkezi belirlendi, binaların sistemleri karar altına alındı, hemen bir şirketle( Phılıpp Holzman) anlaşma yapılarak binaların inşaatına başlandı. 1925 yılı Ağustosunda başlanan inşaat bir sene sürmüştür. 1953 yılında basılan Atatürk Orman Çiftliği adlı eserde yapılan binalarla ilgili olarak şöyle bir döküm verilmektedir: Büyük Gazi’nin ikametine ayrılan Kuleli Köşk’den başka; bir çiftlik yönetim binası; bir müdür on memur lojmanı; birer kiler, fırın, mutfak, çamaşır ve ütühane; makinistlerin ikametgahı; bir ziraat alet ve makineleri hangarı ilde modern bir tamir atölyesi; yüz ineklik bir ahır ile üç sürü alabilecek üç ağıl; bir süthane; bir tohum ambarı; elektrik, su ve santrifüj tulumba tesisleri; bin tonluk Marmara su deposu; bir fidanlık binası ile Etimesgut şube binaları.[214]

Çiftlikte yapılan binalar çağdaş bütün tesisatı kapsamaktadır. Kuşlar ve vahşi hayvanlar için bahçe ve mesken, Gazi Hazretlerinin adlarına izafetle yapılmış olan köşk Gazi İstasyonun tam kenarındadır. Binalar beton ve tuğladan dayanıklı bir tarzda yapılmış simetrik biçimde yapılmalarına özel önem verilmiş, elektrikle aydınlatılmıştır.[215]

Atatürk Orman Çiftliğinin Faaliyetleri

Çiftliğin oluşturulmasında göz önünde tutulan hususlardan birisi de kurak bozkırlar ortasında başkent Ankara halkının yeşil bir dinlenme ve gezinme köşesi bulabilmesini sağlamak arzu ve iradesi idi. Ağaçlandırma konusunda şu üç esas düşünülmüştür:

1-Her yıl 50.000 den az olmamak üzere orman ağacı dikmek,

2-Meyve fidanları getirterek meyve bahçesi kurmak,

3-Çiftlikte yayla bölgesine özgü geniş bir bağ meydana getirmek.

1926 yılı itibariyle, yani çiftliğin kurulmaya başlandığı ikinci yılda meyve ağaçları dışında A.O.Ç’ne dikilmiş olan ağaçlar da, özellikle manzarası hoş, çiçekleri kokulu ve arılar tarafından arananlar seçilmiş, süratle yetişmeleri, soğuk ve kuraklığa belirli ölçüde tahammülü fazla olanlar göz önüne alınmıştır. Toplam yüz elli bin orman ağacı dikilmiştir.

Çiftliğin kurulmasından beri geçen çeyrek asırlık bir zaman içinde park ve ormanlarla süs bahçelerinin bakımı bir kamu hizmeti sayılmış ve çiftliğin gelirlerinden önemli bir kısmı bu hususta harcanmıştır. Meyve ağaçlarının dikilmesi konusunda gelince: ilk iki yıl içinde (1925 ve 1926) meyve ağaçlarından memlekette iyice tanınmış ve her yerde kendisine göre bir isim almış olanlar getirilmeye başlanmış, dikilen bu ağaçların beş bin küsürü bulduğu görünmektedir.[216]

1930 yılına gelindiğinde, çiftliğin ilk kurulduğu yıl (1925) dikilmiş olan meyve ağaçlarından şeftaliler, kayısılar tamamen, kiraz, elma, armut kısmen meyve vermeğe başlamıştı. Meyve bahçelerinin çoğaltılması ve genişletilmesi her geçen yıl artmaya devam etmişti. Çiftliğin fidanlıklarında elde edilen aşılı, belirli türde ve iyi artmaya devam etmişti. Çiftliğin fidanlıklarında elde edilen aşılı, belirli türde ve iyi koşullar altında yetiştirilmiş meyve fidanları yeni meyve bahçelerinin yüksek kaliteli, ticari değere sahip standart meyve bahçeleriyle kurulmasını da sağlamıştır.[217]

A.O.Ç.’nin Ankara Çayı vadisinin alüvyonlu toprakları üzerinde kurulmuş olan sebze bahçeleri, bu çayın sularıyla doğrudan doğruya sulanabilmekte, bol ahır ve suni gübrelerle de ayrıca desteklenmektedir. Genel genişlikleri 1950’li yıllarda yetmiş iki dönüme varan bu bahçelerin yetiştirdiği sebze, Ankara piyasalarına çok taze arz edildiği gibi aynı bahçelerde mevsim başlangıcında, erken zamanlarda elde edilen türlü çeşitte, üstün özellikli yüz binlerce sebze fidesi de üretici halka ayrılabilmekteydi.[218]

Tarım Faaliyetleri

A.O.Ç. de tarımsal faaliyet, 5 Mayıs 1925 günü öğleden sonra Yassı Dere denilen yerde başladı. Atatürk’ün huzuru ile yarısı batak, çorak bir kısmı da kıraç olan büyük tarlada hafriyata başlandı.[219] Süratli bir biçimde tarım alet ve makineleri devreye sokulmaya başlandı.[220]

1925 yılı sonbaharında merkez ve Etimesgut çiftliklerinde on dört bin dönümlük tarla ekime hazırlanarak ilk tahıl ekimi gerçekleştirildi. Bu ilk tahıl ekimini 1926 ve sonraki yıllarda giderek artan diğer tahıl ürünlerinin ekimi izledi. 1926 yılıyla ilgili eski Türkçe bir kayıta göre ekim alanın %95’lik kısmı başta buğday olmak üzere arpa, yulaf, mısır, karabuğday, nohut, bakla, mercimek, patates, pancar, kuşyemi, akdarı ve yoncanın yanı sıra kavun, karpuz ekiminden oluşmaktaydı. Ayrıca, yüz dönümlük bir saha oluşturan sebze bahçesine de soğan, bezelye, fasulye, bamya ve diğer sebzeler ekilmişti. Bunu dışında beş bin fideden enginarlık, bin pençeden kuşkonmazlık ve bin beş yüz çelikten çeliklik oluşturulmuştu.[221]

A.O.Ç.’nin sekiz yıl içinde (1925-1933) denemeler ve seçmeler yapmak suretiyle elde ettiği hububat, yalnız memleketin değil, dünyanın en yüksek özelliklerini taşıyan türlerini oluşturuyordu. Özellikle, 65 librelik buğdayları Avustralya ve Kanada’dan tohumluk için her zaman aranmakta ve istenmekte idi. Yayla illerine elverişli kışlık çavdar, arpa, yulaf, buğday sağlaması A.O.Ç’nin beklenen hizmetlerinden önemli bir kısmını oluşturuyordu. Çiftliğin İstanbul borsasına gönderdiği buğdaylar en iyi cins buğday olarak yüksek fiyata satılıyordu. Geniş Anadolu yaylasına özgü bir buğday olan kunduru buğdayı Almanya, Romanya ve İtalya’nın makarna için yegâne tercih ettikleri buğday idi. A.O.Ç, 1930 yılında çavdar ziraatının ekimine başlamıştır. Bu arada daha çok Trakya’da yapılmakta olan Kuşyemi ziraatına 1928’den itibaren A.O.Ç’nde de başlamıştır. A.O.Ç. de kuruluşunu takiben mısır ekimine başlanmıştır. Oldukça iyi neticeler alınmıştır. Tahıl üretimi dışında, çok miktarda süt üretimi sağlamak amacıyla fazlaca inek beslendiği için hayvan pancarı ziraatına da ilk etapta yönelindiği görülmektedir. Eskişehir Şeker Fabrikası’nın kurulması ile birlikte A.O.Ç. de şeker pancarı üretimine başlandı.[222]

Hayvancılık

Orta Anadolu’da hayvan yetiştirmek ziraat kadar önemli ve memleket için esaslı bir mesele olduğu için A.O.Ç.’de geniş ve kapsamlı bir program ile ilk yıldan (1925) itibaren hayvan yetiştirilmeye başlanmıştır.

Hayvancılık ile ilgili olarak beş esas hedef kabul edilmiştir.

1) Koyun ve tiftik

2) İnek ve manda

3) At

4) Kümes hayvanları

5) Arı

Hayvan yetiştirme programının uygulanmasına 1925 den itibaren koyun, inek ve mandadan başlanmıştır.[223] Bursa merinos fabrikasının işlemeğe başlamasıyla çiftlikteki merinos koyunculuğu önem kazanmaya başlamıştır. Ss:76. Öte yandan A.O.Ç’nde seneden seneye azalmakta olan dünyaca Ankara Keçisi olarak tanınan tiftiklere de gereken önemin verilmeye başlandığı görülmektedir. A.O.Ç’nde 1930 da var olan koyunların cins ve adedi şöyledir: 150 kıvırcık koçu, 5000 kıvırcık damızlık koyunu, 200 merinos koyunu ve koçu, 8 karagül koçu, 150 Ankara tiftik keçi ve tekesi, 15 Malta keçisi ve tekesi, 20 karaman koyunu.[224]

1926 yılı bakımından A.O.Ç’nde büyükbaş hayvanlar otuz inek ve boğa ile otuz manda, elli malak, düve ve tosun oluşturuyordu. Ss: 78. Kurulduğu yıl olan 1925 senesi Eylülünde 35 adet melez Kırım, Halep, Simendal, Hollanda jersey inek ve boğaları getirtilmiştir.[225] 10 litreden noksan süt veren inekler sağlanmıştır. Boğa ve tosunlar ise Ankara’nın ilçe ve köylerine damızlık olarak verilmiş, beş yıl içinde bir hayli cins damızlık hayvan çevreye yayılmıştır. İnekçiliğin ıslahı hakkında takip edilen gaye aynen mandacılıkta da takip ve tatbik edilmiştir. Çiftliğin her yıl yetiştirdiği kuvvetli ve sütlü mandalar civar ilçe ve köyler tarafından alınmıştır. A.O.Ç’nde at yetiştirme çalışma programına dâhil edilirken Anadolu köylüsü için önem taşıyan katır ve merkep yetiştirme usulleri de gözetilmiştir.[226]

Tavukçuluk, kümes hayvanları arasında A.O.Ç’nin kurulduğu 1925 yılında hazırlanan programda en fazla önem verilmiş bir şube olarak yer almıştır. Aynı yıl çiftlikte kümes hayvanlarının mevcudu yedi yüz tavuk, hindi, kaz ve ördekten oluşuyordu. Yumurta elde etmek için bir tavuk çiftliği kurularak anaç olarak 10.000 kadar tavuğun sağlanması amaç edinilmiştir. Ayrıca, 250 yumurtalık Bakay kuluçka makinası satın alınarak çiftlikte civciv yetiştirilmeye başlanmıştır.[227]

1929 yılında A.O.Ç’nde arıcılık faaliyetleri başlamış, modern usullerle 30 kovan oluşturulmuş ve 1931 yılı bakımından da arı kovanlarının 110’a ulaştırılması hedeflenmiştir. Ankara’nın meşhur balcılığı konusunda çevre köylere fenni üretim bakımından iyi bir örnek oluşturmak çiftlikçe amaçlanmıştı.[228]

Atatürk Orman Çiftliğinin Endüstriyel Faaliyetleri

A.O.Ç.’in dikkate değer özelliklerinden biri de endüstriyel kuruluşlarıdır. Bu tür kuruluşlar olarak çiftlik bünyesinde malt, biraz, soda, gazoz, buz fabrikaları ile demir eşya ve pulluk fabrikası, süt, yoğurt ve şarap fabrikası bulunmakta idi. Bunların dışında bir de deri fabrikası da yer almıştı. Ziraat, hayvancılık ve endüstri şubeleri arasında düzenli bir iş bölümü mevcut idi. Sütçülük; Çiftliğin kuruluşuyla birlikte faaliyete geçmiş olan süthane 1930’dan itibaren pastörize süt imaline başlamış aynı yıl kapsamlı ve geniş bir program uygulamaya konulmuştur. Böylece sütçülüğün imalathane konumundan kurtularak fabrika düzeyinde üretime geçmesi 1930 yılında başlamıştır. Bunun nedenlerinden biri Ankara’da nüfusun artmaya başlamasının süt ve süt ürünlerine olan talebin yükseltilmesi, diğerdi de 1929 krizinde fiyatı düşen toprak ürünlerinin doğurduğu gelir eksikliğini gidermek düşüncesiydi. Süt fabrikası 1952’de daha çok geliştirilmiş, modern cihazlarla takviye edilmiştir.[229]

Şarapçılık; A.O.Ç.’nin kuruluşundan başlayarak daha önce de belirtildiği üzere giderek artan ve genişleyen bağcılık faaliyetleri ilk sonuçlarını 1929’da vermeye başlamıştı. Orta Anadolu’nun yüksek kaliteli şaraplık üzümlerinden üretilen şarapların gerek Ankara gerekse ülkenin diğer kısımlarında satışı düzenli olarak artmıştır.[230]

A.O.Ç.’nin diğer bir faaliyeti, Ankara Yüksek Ziraat Mektebi öğrencilerinin stajlarıyla ilgiliydi. Öğrenciler, aday sıfatıyla düzenli bir staja tabi tutulurlardı. Bu staj sırasında öğrenci çiftliğin bütün tarım şubelerinde sıra ile ve fiilen çalışmak suretiyle yapılan işleri şahsen görürü ve yapar, bunlar üzerinde alışkanlık ve yatkınlık kazanırdı. Staj yılı sonunda nitelik ve yeteneği ortaya çıkan, yeterli derecede uygulamalı bilgilerini genişleten öğrenci Yüksek Ziraat Enstitüsü’ne alınarak, öğretime başlatılıyordu.[231]

Çitliğin Hazineye Bağışı

Büyük Atatürk, “Ağaç bile yetişmiyor, burada insan nasıl yaşar?” denilen bir yerde kurmayı tasarladığı eserini çok kısa bir sürede tamamlamış ve varmak istediği hedeflerin biri dışında tamamını gerçekleştirmiştir. Sağlam temeller üzerine kurulan bu büyük eser, sürekli gelişebilecek bir yapıya kavuştuğuna göre, bağış için endişe edilecek her hangi bir konu kalmamıştı. Bu düşünce ile, çiftliklerinin ve mülklerinin devlete devir işlemleri konusunda gerekli resmi belgelerin hazırlanması için Tapu İdaresine direktif veren Ulu Önder, hazırlanan belgeleri imzalamak üzere çiftlik içerisindeki Marmara Köşkü’ne 11.05.1937 günü teşrif ederler. Atatürk devirle ilgili işlemlerden sonra Başbakanlık’a yazdığı 11.06.1937 tarihli bir tezkere ile bütün tesis, hayvan varlığı ve demirbaşları ile beraber tasarrufu Orman Çiftliği ile birlikte diğer çiftliklerini hazineye bağışladığını bildirir.[232]

Atatürk ilk önceleri mallarını kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’ne vermeyi düşünmüş, bunu da 1927 Kurultayında açıklamıştır. Ancak, daha sonra bu fikrinden vazgeçmiş ve hazineye devretmeye karar vermiştir. Kendisinin tek yasal varisi kız kardeşi Makbule Atadan‘ın Medeni Kanuna göre mahfuz hissesi bulunduğundan tüm mallarını bağışlamasına kanuni imkân bulamamıştı. Bunu çözmek için 1933’te 2307 sayılı bit kanun çıkartılarak, Atatürk’ün bütün mallarını Medeni Kanun’un ilgili 452. Maddesinin dışında tutulması sağlanmıştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, kitabında Atatürk’ün emri üzerine çiftliklerin gerçek durumu ve kazandıkları maddi değer hakkında ayrıntılı bilgileri Başvekil İnönü’ye verdiğinde, O’nun “bu parlak neticeyi ancak büyük şefimiz sağlayabilirdi. Kendilerine parti adına teşekkür ve minnetlerimizi arz ederim.” Dediğini belirtiyor. Atatürk, İstanbul’dan Karadeniz yolu ile bir seyahate çıkmak üzere iken, İnönü ile görüştükten sonra çiftlikleri bütün kuruluş ve varlıklarıyla hazineye hibe etmeye kesin karar verdiğini belirterek, Hasan Rıza Soyak’a şu talimatta bulunmuştu: “Sen bu akşam Ankara’ya git; mevcudu tespit edip, bir listesini yap. Ayrıca, başvekilliğe tarafımdan bir mektup hazırla(mektubun esaslarını Atatürk dikte etmişti.) Mektubu müsveddesini İsmet Paşa’ya gösterip, mütalaa ve mutabakatını al. Sonra bana telgrafla bildir. Bunların vakit geçirmeden yapmalısın; çünkü meclis kapanmak üzeredir. Ben istiyorum ki, tatilden evvel keyfiyet meclise de arz edilmiş olsun, bunu temin etmelisin!” Mektup ve liste Atatürk’ün telgrafı ile beraber Başbakan İnönü’ye Hasan Rıza Soyak tarafından verilmişi 12 Haziran 1937 günü meclise sunulması kararlaştırılmış, bunun üzerine İnönü, B.M.M Başkanlığı’na şu yazıyı göndermişti: “ Reisicumhur Atatürk, tasarruflarında bulunan çiftliklerini hazineye ihda buyurduklarını, melfuf tezkere ile tebliğ buyurmuşlardır. Devletin ziraat politikasında ve memleketin zirai inkişafında mühim amil olacak kıymet ve ehemmiyette olan bu alicenap hareketi şükran ile yüksek meclisin ıttılaına arz ederim”.[233]

SONUÇ

Mustafa Kemal Atatürk’ün reform ve gelişme hareketleri pek çok devlet adamının reformcu ve yenilikçi hareketlerinden farklı idi. Atatürk salt modernleşmenin değersiz olduğunu, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin zamanımız dünyasında tutunabilmesi için toplumun ve kültürün bütün yapısında temelden değişikliklerin zorunlu olduğunu düşünüyordu. Bunun hayata geçirilebilmesi ve ulus devletin kökleşmesi, Türkiye’nin çağdaşlaşması içini siyasi, hukuk, ekonomik ve sosyal alanlarda kapsamlı bir reform hareketi başlattı.

İstiklal savaşının başarıya ulaşmasının ardından 1923’de cumhuriyet ilan edildi. Ancak, bu egemenliğin sürdürülebilmesinin ulus bireylerinin aydınlatılmasıyla olacağını bilen Atatürk, önce eğitim ve kültüre önem verdi. Ülke genelindeki okuma yazma sorununu harf inkılabı ile çözüme kavuşturdu. bu seferberliği de ülkenin çeşitli yerlerinde kurduğu halkevleri eliyle sağlamaya çalışıldı.

Atatürk ulus olmanın ilk koşulunun dil ve tarihten geçtiğini biliyordu. Kendi öz diline, kendi öz tarihine dayanarak kendi kültürünü yaratamayan bir ulusun bağımsızlığından söz edilemezdi. Öyle ise Türk Ulusu kendi diline ve tarihine sahip çıkmalıydı. Bunun içindir ki Türk Tarih Kurumunu ve Türk Dil Kurumunu kurdu. Bu kurumların sonsuza dek yaşamasını sağlayacak bilim adamlarının yetiştirilmesi, aydın ve laik düşünceli gençlerin eğitilmesi amacıyla Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesini kurdurmuştur.

Modern Türkiye’nin kuruluşunda sadece eğitim ve kültür alanındaki inkılaplar yeterli olamayacağından modern Türkiye’nin gelişip devam etmesinde bir milli ekonominin güçlendirilmesi önemli bir husustu. Bu amaçla 1924’de iktisat kongresi toplanmış ve ekonomik konulara süratle çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Ekonomide devletçilik ilkesinin kabulü ilde birçok sanayi kuruluşu, maden işletmeleri, fabrikalar ve tarım sektöründeki çalışmalar devlet eliyle desteklenmiş, hatta bu amaçla da iktisadi devlet teşekküllüleri ve işletmeleri kurulmuştur. Bu süreç de ekonomik hayatın finansmanını sağlamak amacıyla İş Bankası, Etibank, Sümerbank gibi milli bankalar kurulmuştur. Türk parasının geleceği düşünülerek de T.C. Merkez Bankası kurulmuştur. Zirai faaliyetlerin ekonomi içinde ki yeri ve devletin rehber olduğu tarım politikalarının oluşturulup, uygulamaya geçilmesi amacıyla Atatürk Orman Çiftliği kurulmuştur.

Atatürk’ün kurmuş olduğu bu kurumların büyük kısmı hala ülkenin temel kurumları olarak ülkenin modernleşmesine, gelişmesine, büyümesine katkıları devam etmekte bir kısmı ise ekonomik alandaki liberalleşmeler ve dünyadaki ekonomisinde ki gelişmeler neticesinde işlevlerini, görevlerini tamamlayarak kapatılmış veya farklı işletmelere dönüştürülmüştür.

Sinan 04 Mart 2021 21:19

Evet Z kuşağı bunlarıda bilmez. :bayrak:

Reyhan 04 Mart 2021 21:21

Kalbimi bırakıyorum :kalp:

Tonyukuk 04 Mart 2021 21:22

Birilerinin de sattığı kurumları listeleyin. Kjhgfd

Sim 04 Mart 2021 21:25

:heart:

WildCat 04 Mart 2021 21:25

Taş kırılır, tunç erir ama Türklük ebedidir
:yildizgozlu:

KuzeyAras 25 Mart 2021 15:01

Helal Olsun Bu Adama Bu Helal Süt Emmiş :opucuk:

Security-Bot 25 Mart 2021 15:10

Bugün hangi kurumlar varsa hepsinde onun imzası vardır. Değil kurum kurmak bu ülkeyi kurdu o bile yeter. Ruhu Şad olsun. Çocuklarıma bırakacağım en büyük mirasta onun kurduğu bu ülkeyi sevmektir.

RevivaL 25 Mart 2021 15:17

R.T.E bu makaleyi okuyor şuanda :d

She 26 Mart 2021 22:15

Ne kadar güzel şeyler bırakmış, ama elimizde neler kalmış.


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 21:01.

Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2024, vBulletin Solutions, Inc.

Copyright ©2019 - 2023 | IRCRehberi