IRCRehberi.Net- Türkiyenin En iyi IRC ve Genel Forum Sitesi  
 sohbet
Sohbet chat


💬 Bu Alana Reklam Ver ! 🎉 Hemen Katıl!
2Beğeni(ler)
  • 2 Gönderen Fragile


 
 
Seçenekler Stil
Alt 12 Ocak 2024, 02:04   #1
Özel Üye
Fragile - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart Ferit Edgü ve Sanat Yazını Üstüne Notlar

Ferit Edgü ve Sanat Yazını Üstüne Notlar

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Lütfen Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Van Gogh veya Nijinski’den uzun bir dostlukla hayatının birçok safhasına ortaklık ettiği Abidin Dino’ya dek, yerli yabancı birçok sanatçıyla uzun söyleşilere girmiştir Ferit Edgü.

.
1
Ferit Edgü bir söyleşisinde, Türkiye kültür sanat geleneğinde resim üzerine yazan yazarların, şairlerin azlığından bahseder ve bu durumu Batı yazınıyla kıyasladığımızda nasıl bir boşluk yaratmış olabileceğini tartışır. Yalnızca “Gerçeküstücü” akım içinde bile epey resim meraklısı şairin bulunmasını örnek gösterir. Genelleyecek olursak, yazarın, şairin veya ressamın kendi sanatı üzerine pek sık kalem oynatmadığı, çağdaşlarının sanatsal poetikasını eleştirmektense çoğunlukla kaçındığı bir kültür ortamımızın olageldiği söylenebilir. Ferit Edgü ise temelde böyle bir kısırlığa karşı dururcasına ısrarla, ele aldığı konuyu her seferinde tarihsel bir seyrin içine oturtarak ve söz konusu sanatçının zihinsel dünyasına yaklaşma çabasını fazlasıyla sezdirerek yalnızca epey söz almasıyla değil, aynı zamanda resme, yazıya (bunlar kadar sıklıkla olmasa da, heykele, illüstrasyona...) ilişkin etraflı, kristalize bir dil oluşturabilmiş olmasıyla da ayrı bir yerde durur. Romanlarından, kısa öykülerinden aşina olduğumuz, betimlemelere, sahte duyarlılıklara, göz boyamalara mesafeli yalın bir üslup, bu sanat yazılarında neredeyse büsbütün saydamlaşarak konunun kendisiyle bir olup çıkar. Bütün bir sanatsal yaratımın en nihayetinde “dilsel” bir çaba olduğuna inanmış bir yazarın, daha en başından kurduğu bir sözleşmedir bu: temiz bir bakış, buna uygun bir üslup, kavrayıcı bir yaklaşım.

2
Ama bu “üslup” meselesini, yazarın resim ile yazıda birbirinden ayrı yerlere koyduğunu hemen belirtmek gerek: Yazarın kişiliğine referans sayılabilecek bu olgu, Edgü’ye göre, resim sanatı için gereksiz bir argümandır. Beckett’te, Céline’de belirgin bir düşünsellikten ayıramayacağımız, hatta düşünceden bile önce gelen üslup, ressamın kimliğini, belki de resmin kendisini “kullanıldığı anda eskittiği” için: Resim üzerine yazacak olan bir kalem erbabının, bu durumda öncelikle kendisinin, en temel açmazlarını üç aşamada çözmeye çalışır: Ressamın resmiyle, ressamın diğer ressamlarla ve son olarak da ressamın dış dünyayla ilişkilenen kişiliğiyle kuracağı bağlantılara ışık tutma çabası olacaktır bunlar. Yine de roman ve resim üzerine yazılarını derinden derine birleştirecek bir bilinç varsa da bu, resmin konusunun bir tek kendisi, romanın çoğunlukla “öz ve biçim” diye ayrılan bütün yapısınınsa bir yanılsamadan ibaret olup sadece “dilsel” bir mesele olduğuna duyduğu inançtır: Bu iki önkoşulu (üslup ve dil) yerli yerince belirledikten sonra, Edgü’nün yazılarındaki geniş alanın mahiyeti daha da açığa çıkar.

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Lütfen Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Van Gogh, Gauguin’in Sandalyesi, 1888 – Ferit Edgü'nün en sevdiği resimlerden.

3

“Ressama âşık olabilirsin, Resme âşık olmaya kalkma” demiştir bir yerde. Eserinin değeriyle yaşamının trajedisini birbirinden ayıramayarak, Van Gogh veya Nijinski’den uzun bir dostlukla hayatının birçok safhasına ortaklık ettiği Abidin Dino’ya dek, yerli yabancı birçok sanatçıyla uzun söyleşilere girmiştir Ferit Edgü. Nasıl ki Van Gogh’u kendisinden öncesi ve sonrası arasında bir vaha, bir serap olarak görüp öyle değerlendirmişse, birçok Türk ressamı, Fikret Muallâ, Abidin Dino, Avni Arbaş ve diğerlerini, oluşmakta olan bir geleneğin zincirleri olarak hem kendileri hem de birer kültür taşıyıcısı olarak nitelemiştir. Özellikle Osman Hamdi Bey gibi ilk dönem ressamlara yer açtığı yazılarında, ressamlarımızı uzunca bir süre uğraştıracak Doğu-Batı ikilemine, Oryantalizm mevzusuna ve olası tuzaklarına bütün bir resim pratiğini şekillendirecek “içsel” bir hesaplaşma olarak da bakabilmemizi önermiştir; sadece dünya standartlarında bir hiyerarşinin ve düzenin işareti olarak değil. Ressamların diğer ressamlarla ilişkileri ve akrabalığı, Ferit Edgü’nün denemelerine öyle bir zenginlikle girmiştir ki, bir noktadan sonra yaşamlarıyla toplumsal rollerinin, sanatlarıyla daha derin mizaçlarının aslında ayrıştırılamayacak bir bütün olarak hepsini sanki aynı potada erittiğine inanacak oluruz: Birçoğu hakkında “tutkuyla” yazmasının da payı vardır bunda; sözgelimi, kuşağı (Çallı Kuşağı) içinde bir yere oturtmaya çalıştığı Avni Lifij’in aslında bambaşka bir yanı olduğundan da vazgeçemez; ya da iki ayrı yazısını art arda okuyacak olan okurlarına bazı düzlemlerde Van Gogh ile Fikret Muallâ’yı eşitlediğini sezinletir... İster tarihsel bir seyir ve panoramik bir düzen ölçüsünde olsun ister bir başlarına birer ada gibi, bütün bu ressamlar, Edgü için, en nihayetinde hep daha çok keşfedilmeyi bekleyen merak unsurlarıdır.

4
Söylemeye gerek var mı, bazı sanatçılar hakkında çokça, bir kitap bütünlüğüne varasıya yazmıştır Ferit Edgü: Bunlardan üçü, Van Gogh, Vaslav Nijinski ve Fikret Muallâ, zihinsel dünyalarının karmaşasıyla sanatları arasında kuracağı bağlarla yer edinmiştir yazılarında. Fikret Muallâ’nın Van Gogh’tan bir farkı, belki delirium tramenslerini sanatına hiç mi hiç yansıtmamış olmasıdır; Nijinski’nin bu ikisinden farkıysa, yazarın, Ferit Edgü’nün, neredeyse bir kişilik bölünmesi yaşayarak onun zihninin içinden yeni bir ürün ortaya çıkaracak kadar kendine has bir dünyaya sahip olmasıdır. Bu sanatçıların saplantıları, nevrozları ya da (Nijinski’de olduğu gibi) şizofrenileri sanatlarını ne kadar etkilemiştir, etkilemiş midir, araştırır Edgü; günlük hayatlarının içinde de kendi kişiliklerinin arayışına düşmüş bu hayalci kişileri bir de –uzmanlık alanı olmayan psikiyatriye hiç bulaşmak istemediğini söyleyerek– ruhsal sıkıntıları ışığında okumaya çalışır. Başka bir yerde, Jean Dubuffet’nin ilkellerin, kaçkınların, kültürsüzlerin, ruh hastalarının dünyasından bakıp oluşturmaya çalıştığı resimleri hakkında da yazacağı gibi, bu resimlerin altında yatan güdüler tam olarak nedir, içtenlikle anlamaya çalışır.

Bir başka ressam daha vardır ki, görünür bir “deliliğiyle” değil de, çalışkanlığı, dostluğu ve hümanizmiyle etkilemiştir Edgü’yü: Hakkında yazdıklarının sayısını artık unuttuğu bu ressam, Abidin Dino, her şeyden önce, çalışıp çabalayan herkesin sanatın herhangi bir alanında başarılı olabileceğine, dolayısıyla “sanat” dediğimiz olguyla büyük kitlelerin buluşabileceğine dair iyimserce (ve kuşkusuz sosyalistçe) inancıyla, kişiliği ve mütevazı, yardımsever yönüyle yer eder bu yazılarda. Yukarıda andığım ressamlarla sürdürülen uzak yakın yazınsal dostluk, Abidin Dino’nun şahsında artık yaşanmışlıklara dönüşmüştür ve yazarın bu ilişkiden yer yer duygusallıkla bahsetmesi de sonsuz anlama çabasına haliyle dahildir.

5
Sanatçının sanatıyla olan ilişkisi ve mesafesi, şimdiye kadar hep etrafında dolanıp belirli ilişkilenmeler dahilinde bahsettiğim Edgü’nün denemelerinin daha özgün ve nüanslar barındıran yanını oluşturur. Buna, biri hikâye biri de heykel sanatından olmak üzere, belirgin bir mantık üzerinden iki örnek vereceğim: Bunlardan ilkinde, hakkında defalarca yazdığı Sait Faik öykücülüğünde, kurulan dünyanın neredeyse “yazınsal” olmaktan sıyrılacak kadar yaşamla içli dışlı olduğu, bu durumun da onu sadece Batı edebiyatlarından değil, büyük ölçüde kendi döneminin yerli edebiyatından da ayırdığı vurgulanır. Yazar sanki belirli bir mantık ya da kavramdan yola çıkarak hikâyeler kurmuyordur da, bütün olağanlığı, görünümleri, sesleri ve somutluğuyla dış dünyanın kendisi giderek bir ağırlık, bir çerçeve kazanıyordur. “Düşün içindeki gerçeği ve gerçeğin içindeki düşü”, özellikle kendi ülkesinin yazınsal seyri içinde çok önceleri keşfetmiştir ve ne entelektüel ne de elitist olan bu tavrı, hikâyelerini –dünya ölçeğinde de– neredeyse benzersiz kılmıştır. Yazarın kendi metninin arkasında bir deniz feneri gibi belli belirsiz ışıldaması, eserle kurulan bu alçakgönüllü bağ, ardından gelenler için de aydınlatıcı olacaktır: Nitekim Edgü, bir parçası olduğu 1950 Kuşağı’nın Sait Faik’ten öğrendiklerini uzun uzun, samimiyetle anlatır.

Kuzgun Acar’ınki de benzer bir yöneliş olmasıyla, ama öyle, aynı inançla sürdürülüp sınırlara vardırılmamış bir çaba olarak kalmasıyla dikkatini çeker Edgü’nün: İşçilikten ziyade bir buluş olarak algılanması gereken hamlesiyle heykeltıraş, yalnızca bu alanda yeni bir materyalden (elek teli) ürünler oluşturmakla kalmıyor, Edgü’ye kalırsa heykel sanatının en önemli sorunsalını, yani hacmi içeriyor ve böylelikle çok özgün yorumlar getiriyordu. Tam da bu noktada, bir başka heykeltıraş Antoine Pevsner örneğini verir ve ikisini uzak yollardan da olsa karşılaştırdıktan sonra, “birbirine zıt iki kültürden gelen” heykeltıraşlardan birinin (Pevsner) önce “kafasındaki biçimi, hacmi ve ana iskeleti” oluşturup öyle bronz telleri ördüğünü, diğerininse elek tellerini zorlanmadan eğip büktükten sonra belli bir hacim ve biçim yakalayarak işini “bağladığını” ileri sürer. Sonrasında sanatındaki bu hafifliği ve “kolaylığı” daha yetkin bir becerinin yokluğuyla ilişkilendirmiş olabileceğini düşünen Edgü, Kuzgun Acar’ın “ağır” materyallere yönelip başarısını nasıl da azalttığını söyleyip bir mantığa bürüse de, sanatçının, bu durumda heykeltıraşın, elek telleriyle ördüğü kendi yapıtıyla kurduğu bağın doğası yeterince açığa çıkar: Kuşku ve güvensizliktir bu. Yapıt, biraz da esrarengiz kalacak bir sebeple sınırlarına vardırılmamış, belki yeterince kavranmamış, sahibinden uzak düşmüştür bu örnekte – ki Edgü de onun başarısının, bir iç hacim oluşturmasının kendi kuruntusu olabileceğini belirtir.

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Lütfen Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Fikret Mualla, Sarı Sandalye – Ferit Edgü'nün en sevdiği resimlerden.

6
Üstteki maddeyle az çok bağlantılı olacak bir husus da, resmin Doğu’da ve Batı’da algılanış şekli konusunda Edgü’nün getirdiği ayrım ve yorumlama olabilir. Batı öykünmeciliği bir asırdan geriye dayanan Türk resminde asıl özgünlüğün ne zorluklar sonucunda, hangi iç hesaplaşmalar dahilinde gerçekleşebileceğini ressamlarımızın pratiği üzerinden epey tartışmıştır yazar. Figürün neredeyse hiç rastlanmadığı, rengin kendiliğinden ışığı ve perspektif gibi bir resme asıl anlamını veren yapısal veya plastik öğelerin epey geç keşfedildiği Doğu sanatı ile bunları birer iç sorun olarak görüp resminde yeterince tartışmış Batı sanatı arasında, birer yazısında, İzzet Ziya ve Avni Lifij üzerinden bir değerlendirme yapar: Edgü’ye kalırsa, ışığın renk demek olduğunu, rengin zamanı veya zamanın rengi gibi (kuşkusuz aşırı sinestezik etkiler taşıyan) gerçekleri Türk resminde keşfeden Avni Lifij veya çıplak figürü bizde hiç rastlanmayan bir tuhaf özgürlük hissiyle resmine dahil eden İzzet Ziya, sürüp giden bir geleneğin zincirlerine yeni bir halka eklemekten çok onu kırarak varlık gösterebilmişlerdir; tıpkı Batı resminde de bir Cezanne ya da Picasso’nun bütünüyle yapmış olduğu gibi. Bu yazılarında ve şüphesiz diğer birçoğunda da, Doğu’da olsun Batı’da olsun, ressamın asıl özgünlüğünün yalnızca başkalarıyla değil, aynı zamanda kendi yarattıklarıyla da sürekli boy ölçüşerek elde edilebileceğini düşünür: Resim dünyasına bir sanatçının en büyük katkısı ve dahli ancak bu şekilde, kendini kendi gözünde yeterince tartmasıyla mümkün olur.

7

Bir resmi doğrudan görmek ile onun hayalini uyandıran bir yazıyı okumak arasındaki farkın sanıldığı kadar büyük olmadığını, en azından müzeler ve benzer imkânlar açısından oldukça yoksun bir çevre ve ülkede yaşayan her sanat meraklısı yakından bilir. Bir resmin verebileceği bilginin ve duyuş kabiliyetinin yokluğunda böyle yazılar sadece bir açığı kapamakla kalmaz, aynı zamanda resimle aramızdaki mesafeyi garip bir biçimde durmadan açar: İşte bu, yazarla okur arasına giren ve hikâyelerle, bilgilerle, anekdotlarla, çıkarımlarla veya düşünüş anlarıyla genişleyen alan, yani bütün bir okuma süreci, en sonunda bir resme bakmakla kendi içimize dönmeyi aynı anda öğretir ki, Ferit Edgü’nün çoğunlukla sessizce alt alta dizilen cümlelerinin yarattığı etki tam olarak böyledir. Birçok yazısını okuduktan sonra söz konusu resimleri, heykelleri, desenleri birebir görme ihtiyacını kendiliğinden unuttuğumu fark etmiş, başka bir sayfanın kenarında, bir zaman sonra rastlantıyla da olsa karşılaştığımda bunların bende fazladan bir aşinalık duygusu, yazarın da bir yerde bahsettiği gibi, bir anda bütünüyle algılayabilmekle açıklanabilecek derin bir mutluluk uyandırdığını görmüşümdür. En karmaşık, en dolambaçlı konuları bile, kavramların ve hazır sözlerin çekimine kapılmadan açıklıkla verebilen Edgü’nün sanat üzerine denemeleri, kimi zaman zihinlerimizde imgelerden de berrak resimler oluşturur. Üstelik sistematik, belli bir düzen dahilinde, yer yer diyalektik bir örgü içinde gelişmeleri, merkezden fazla uzaklaşmamaları ve yapıtın içinden çıkarılamayacak bilgiye çoğunlukla sırt çevirmeleriyle bu yazılar, sınırlarını ve çerçevelerini neredeyse beraberlerinde, sırtlarında da taşıyorlardır. Belki de bu yüzden, resme bakmakla onu görmek arasındaki mesafenin yazılar uzayıp gittikçe açılıp kapanmasından önce, yolun, uzun bir görsel yolculuğun kendisidir asıl önemli olan.

Başlktaki resim: Jean Dubuffet, Ferit Edgü'nün sevdiği ressamlardan.


Kaynak [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Lütfen Üye Olmak için TIKLAYIN...]
👍 2

Konu Hestia tarafından (12 Ocak 2024 Saat 20:25 ) değiştirilmiştir..
 


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Kapalı
Refbacks are Kapalı





Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 01:30.